DOLAR

40,2592$% 0.13

EURO

46,7280% 0.07

STERLİN

53,9463£% 0.2

GRAM ALTIN

4.309,12%-0,18

ÇEYREK ALTIN

7.021,00%0,34

ONS

3.335,67%0,36

BİST100

10.222,02%-0,03

BİTCOİN

฿%

TETHER

$%

Ankara HAFİF YAĞMUR 30°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Gamze KÖKSAL

Gamze KÖKSAL

26 Haziran 2025 Perşembe

Kerbelâ’nın yüzlerce yıllık yası: Muharrem ayı

Kerbelâ’nın yüzlerce yıllık yası: Muharrem ayı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Muharrem ayı, Hicrî takvimin ilk ayıdır. Kamerî yani ay takvimine dayalı olan sistemde yer alırken Kur’an-ı Kerim’de Tevbe Suresi’nin 36. ayetinde geçen ve savaşın yasaklandığı kutsal zaman dilimleri olarak tanımlanan dört ‘haram ay’dan biridir.

Muharrem kelimesi, “haram kılınmış, saygı gösterilmiş” manasındadır ki bu mana içinde yüzlerce yıldır uğruna göz yaşı dökülen çok derin bir yası barındırır. Nedeni ise malumdur: Kerbelâ!

Hicrî 61 (Milâdî 680) yılı… 10 Muharrem günü bugünkü Irak’ın Kerbelâ bölgesi…

Hz. Muhammed’in boynundan öperek sevdiği, Hz. Ali’nin yiğitliğiyle bilinen oğlu Hz. Hüseyin, halife Muaviye’nin oğlu Yezid’in halifeliğini zalimliğin timsali olduğu için meşru görmeyerek ona biat etmedi. Medine’de biat baskıları artınca tüm aile bireylerini alarak 680 yılında Medine’den Mekke’ye hareket etti. Bu hareket, Yezid tarafından bir ‘başkaldırı işareti’ gibi algılanıyordu. Hz. Hüseyin, baskılara boyun eğmediğini dedesinin soyuna yakışacak bir şekilde göstermek için geri dönerken yolda karşılaştığı ünlü ozan Ferezdak’ın, “Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Emevilerledir” sözüne rağmen yola devam etti.

Yezid’in ordusuyla karşı karşıya gelince ailesiyle birlikte günlerce çöl sıcağında susuz bırakılıp biata zorlandı. 16 bin kişilik orduya 72 kişilik ordusuyla meydan okudu. İmam Hüseyin, dedesi Hz. Peygamber’in abasını giydi, onun kılıcını kuşandı ve Zülcenah adlı atına binip Emevi askerlerini karşıladı.

Takvimler muharrem ayının onuncu (aşure) günü idi…

Ehlibeyt soyundan gelen erkekler meydanda bir bir şehit olurken Yezid’in askerleri kadınların ve çocukların kaldığı çadırları yağmalamaya çoktan başlamıştı bile…

33 mızrak ve 34 kılıç yarasından akan kanla Hz. Hüseyin atından düştü ve başı kesilerek oracıkta şehit edildi. Onunla birlikte Ehlibeyt şehitlerinin bedenleri önce atlarla çiğnendi sonra başları ordu komutanlarına sunuldu. Aralarında kız kardeşi Hz. Zeynep’in de bulunduğu kadınlar ve çocuklar çıplak bir şekilde develerle Şam’a gönderildi. Şehitlerin naaşları ise yine kaynaklara göre ertesi gün Beni Esad Kabilesi köylüleri tarafından toprakla kavuşturuldu.

Derinine indikçe daha vahim hadiselerle tekrar tekrar karşılaşılan bu olay İslam dünyasının çok derin bir matem, adalet ve direniş simgesidir. Farklı İslami yorumlar, Muharrem ayını farklı biçimlerde yaşatsa da niyetler yine ortak paydada buluşarak adaleti, vicdanı ve birlik beraberliği birlikte kucaklar.

Kerbela’yı unutmak ‘insanlığı yaşatma’ya ihanettir; hatırlamak ise ibadet…

Bu nedenledir ki;

Et yenmez; çünkü Ehlibeyt soyundan gelenlerin başları kesilerek şehit edilmişlerdir…

Su içilmez; çünkü Kerbelâ’daki şehitler suya hasret kalmıştır…

Eğlence ve düğün yapılmaz; çünkü binlerce yıl önce gerçekleşen kıyım bugün hala yüreklerin unutulmayan yasıdır…

Oruç tutan kişi yemek hazırlarken zorunda kalmadıkça bıçak kullanmaz; kılıçla dökülen kanlara saygının ifadesidir…

Dini törenler düzenlenir, mersiyeler okunur ve Kerbelâ şehitleri anılır ve 13. gün, oruç aşure dağıtımıyla nihayete erer.

Kerbela’da yaşananlar sadece bunlarla da sınırlı değildir. Bazı hadiseler bugün hala kulaktan kulağa dolaşır, bilmeyene anlatılır.

Daha altı aylık bebekken şehit edilen bir bebek: ALİ ASGAR!

“Kerbela’da henüz altı aylık bir bebek susuzluktan titreyerek ağlıyordu: Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar! Susuzluktan kurumuş dudaklarıyla oğlu için bir yudum su istedi; “Eğer bana acımıyorsanız, bu çocuğa acıyın. Ona bir damla su verin!”

Ordu komutanı Hürmela, gelen emir üzerine üç uçlu okla altı aylık bebeği hedef aldı ve ok Ali Asgar’ın boğazını delip geçti…

Hz. Hüseyin bunun üzerine, oğlunun cansız bedenini alıp göğe kaldırarak “İlahi! Bu musibeti senin rızan için kabul ettim…” dedi.

Kardeş sadakatinin cesur şehadetlisi: ABBAS BİN ALİ!

Günlerce süren zulüm nedeniyle çadırlarda su kalmamıştı. Herkes susuzluktan kıvranıyordu. Hz. Hüseyin, su getirmesi için kardeşi Abbas’a izin verdi. Abbas, Fırat Nehri’ne ulaştı. Günlerce çektiği susuzluğun ardından suyu avuçladı fakat tam içecekken durdu. O anda ailesini düşündü. Suyu döktü ve “Kardeşim Hüseyin susuzken, ben nasıl su içerim?” diyerek bir damla dahi içmeden kırbasını (su kabı) doldurdu.

Tam geri dönerken yakalandığı Emevî askerleri sağ kolunu kesti. Yaralı yaralı kırbayı sol koluyla taşırken o kolunu da kestiler. Bu kez dişleriyle suyu taşımaya çalıştı. Son sözleri ise rivayetlere göre “Ey kardeşim Hüseyin! Ben artık suyu getiremedim ama başımı eğmeden düştüm.” olurken başına indirilen bir darbeyle şehit edildi. Hz. Hüseyin, kardeşinin cansız bedenini görünce şöyle söyledi: “Artık sırtım kırıldı…”

Bu matem, yalnızca kaybedilen canlar için değil; hak ve özgürlük için verilen ‘onurlu mücadele’ye bir saygı duruşudur…

Ve unutulmamalıdır ki Kerbela’nın mateminde buluşan tüm vicdanlar ve onlar için duayla açılan tüm eller zulme karşı birleşebilmenin en kudretli sesidir…

Yüzlerce yıl önce Kerbela’da akan her damla kan ve süzülen her damla yaş insanlığın onuru için verilmiş ve günümüzde de kıymeti korunan bir mücadeledir…

Gamze KÖKSAL

Devamını Oku

Türk atasözlerinde kadın: Övgü mü yük mü?

Türk atasözlerinde kadın: Övgü mü yük mü?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir toplumun değerlerini, hayata bakışını ve özellikle kadın ile erkek rollerine dair kabullerini anlamak istiyorsanız; yalnızca yazılı kaynaklara değil, halkın dilinden dökülen atasözlerine de kulak vermelisiniz.

Çünkü atasözleri; yüzyılların birikimiyle süzülerek gelen ortak düşünce kalıplarını, toplumsal beklentileri ve kültürel kodları taşıyan önemli izler barındırır. Türk atasözleri bu anlamda oldukça zengin bir kültürel miras sunar.

Özellikle kadına dair bu sözlerde, kimi zaman övgü, kimi zaman ise sınırlayıcı bakış açıları öne çıkar. Dikkatle incelendiğinde görüyoruz ki, kadına yönelik olumlu değerlendirmeler bile çoğu zaman belirli koşullara bağlanır. “Kadın vardır vezir eder; kadın vardır rezil eder” ve “Avradı bet olanın sakalı erken ağarır” daki gibi iyi bir eş, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” daki gibi fedakar bir anne ya da “İyi gelin kaynana kapısında biter” deki gibi itaatkar bir gelin olduğu sürece değer gören kadın imgesi, toplumun beklentileriyle örtüşen bir çerçevede tanımlanmıştır.

Oysa tarihsel olarak baktığımızda, özellikle İslamiyet öncesi dönemde Türk kadını güçlü, özgür ve toplumda söz sahibi bir figür olarak karşımıza çıkar. Ata binen, savaşta erkeğiyle omuz omuza mücadele eden kadınlar önemli bir yer tutar. Bu kadınlar sadece ailenin değil, toplumun da yön veren bireyleri olarak yüceltilir. Dövülmesi, hor görülmesi, itilip kakılması Türk kültüründe olması mümkün olmayan kavramlar olarak Dede Korkut hikayelerinde bile karşımıza çıkmaktadır.

Ama her durumda kaynaklarda yer alan ibarelere göre İslamiyet öncesi ve sonrası kadın, tek başına ve kendi adına toplum içerisinde var olamazdı. Bağlı olduğu erkeğin yaşama alanı içerisinde kendini gerçekleştirip üretebilirdi. Bir de şu vardı ki; Türk atasözlerinde kadını hayattaki konumuna göre nitelemek için başlıca şu kelimeler kullanılırdı: Kız, kadın, avrat, karı, hanım, hatun, yâr, güzel, dişi, dilber. Nikâhlı kadın anlamına gelen Arapça ‘zevce’ kelimesi ve yine Arapça karı koca manasına gelen ‘zevc’ ise atasözlerimizde hiç kullanılmamıştır.

Zamanla farklı kültürel etkilerle birlikte bu güçlü kadın figürünün yerini daha pasif, daha geri planda kalan ve ”namus’ algısı neticesinde kabul edilen değer yargılarına göre aşağılanmaya başlanan bir kadın anlayışının aldığı görülmektedir. “Tarlayı düz, kadını kız al”, “On beşindeki kız ya erde, ya yerde”, “İyi ipek kendini kırdırmaz, iyi kadın kendini dövdürmez” atasözlerindeki gibi…

Bazen de kadının karar alma becerileri sorgulanır, erkeğin denetiminde olması gerektiği düşünülür. Ne yazık ki, bu sözlerin bir kısmı kadına yönelik olumsuz yargıları, hatta zaman zaman şiddeti meşrulaştıran ifadelere dönüşebilmektedir. Dilimizde yer alan bazı küfürlerin kadına ve onun kadınlığına yönelik olması da bu zihinsel yapının dildeki izlerini açıkça gösterir.

İşte tam bu  noktada “Kadını ar zapt etmez, er zapt eder” cilere karşı “Kadını erkek değil, ar ve namusu korur” cular göğüs kabartanlardır. Siz söyleyin o halde; “Arslan dişisine bakar da kuvvet alır” a göre, “Erkek arslan arslan da dişi arslan, arslan değil mi?”

Gelelim ‘annelik’e… Atasözlerinde de her zaman kutsal bir konumda yer almıştır. Çünkü anne şefkatin, sabrın ve fedakârlığın sembolü olurken bilhassa kız çocukları için “Anasına bak, kızını al, kenarına bak, bezini al” ya da “Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi, er atadan öğrenir sıra gezmeyi” atasözlerinde olduğu gibi toplum içerisinde bir rol modeldir. Ne var ki bu rol modellik potansiyel olmasına rağmen kendini gerçekleştirme yerine, kişiliğini bastırma üzerine kurulmuştur. Diğer durumda ise, eğer bir kadının çocuğu yoksa “Çocuksuz kadın meyvesiz ağaca benzer” ken çocuklu ve dul kalmış bir kadınsa “Çocuklu kadın, kargalı çınar” dır.

Özellikle üvey annelere yönelik, çocuklara kötü davranılmaması hatta tam aksine bağra basılmasının elzem olduğunu vurgulayan, kadınlara nasıl anne olunması konusunda tavsiye ve musibetler sonucunda gözdağı veren mesajlar mevcuttur. Bu mesajları önemsemeyen için “Üvey anadan medet uman, gölgeye yoğurt serer” denme ihtimali çok yüksektir.

Kadının toplum içindeki yeri zamanla “Her kadın evinin hem hanımı hem halayığıdır” atasözündeki gibi çoğunlukla bir başkasına (eşine, ailesine, çocuklarına) hizmet etme rolüyle tanımlanmasından ötürü birey olarak varlığı gölgede kalmıştır. Fakat ne mutlu bizlere ki tüm gölgelere rağmen “Evin direği erkek, duvarı kadındır” düşüncesiyle saç okşayıp “Evi yapan avrat, yurdu şen yapan devlet” diyerek eşinin yüzünü güldüren, gönlünde nice aydınlıklar barındıran ataların sözlerini de duydu bu topraklar…

Unutmamak gerekir ki; kültürel ögeler yaşayan diğer bir deyişle sürekli dönüşen yapılar; atasözleri ise zamanın ruhunu yansıtan ifadelerdir. Her söz, toplumsal bir görüşün izlerini taşır…

Bizler de yeni kuşaklara daha eşitlikçi, daha duyarlı bir bakış açısı kazandırmak istiyorsak kullandığımız dilin gücü için doğru değerlendirmelerde bulunmalıyız.

Kadın, sadece birinin annesi, eşi ya da kızı olmanın ötesinde, önce kendi varlığıyla toplumda yer bulmalıdır. İşte tam da bu noktada duygu ve düşüncelerini heybesine koyup hayallerini kendisine rehber edinerek yoluna bakmaya çalışan kadınlar, geçmişten gelen kalıpları sorgulayıp yeniden şekillendirmeye çoktan başladı bile…

Unutmayın ki bir toplumun olgulara dair bakış açısı değiştikçe özümsedikleri sözler de  değişir. Tek yapmamız gereken ise bu değişimin yönünü hep birlikte belirleme başarısını elde edebilmektir…

Gamze KÖKSAL

Devamını Oku

Sessiz çığlık: Medusa’nın kadim öğretisi

Sessiz çığlık: Medusa’nın kadim öğretisi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Klasik mitolojiye göre Gorgon kardeşlerden biri olan Medusa, bütün tanrıları kendisine aşık edecek, bütün kadınları kıskandıracak güzellikte göz kamaştıran bir kadındır. Öyle ki var olan hiçbir kadın onun güzelliğinin yanından bile geçemez…

Zeka Tanrısı Athena’nın tapınağında mutlu mesut yaşarken Denizler Tanrısı Poseidon, ona aşık olarak Medusa’nın felaketini başlatmış olur: Medusa’dan karşılık göremeyen Poseidon ona tapınakta zorla sahip olur.

Kendisini aşağılanmış hisseden Athena durur mu, hemen bu vahşetin hesabını sorar! Heyecanlanma hemen dur, Poseidon’a değil tabii ki; Medusa’ya… Onu sonsuza dek lanetler ve her bir saç telini yılana, yüzünü ise ifrite çevirip gözleriyle bakanı taşa çeviren bir lanete mahkûm ederek sürgüne yollar. Zaman geçer; öfkesi geçmez… Medusa nasıl böyle bir şey yapabilir? Hemen üvey kardeşi Perseus ile iş birliği yapar ve Medusa’yı öldürtür.

Anlayacağınız kendi halinde yaşayıp giden Medusa önce büyük bir haksızlığa uğrar sonra da zalimlerin cezalandırılması gereken yerde mazlumca katledilir…

Biliyorum, bu hikaye size çok tanıdık geldi.

Medusa, ‘kadın olma gerçeği’nin insanlığımızın suratına çarpılan okkalı bir tokatın en güzel örneklerinden biri değil de nedir?

Peki siz söyleyin: Sesi yükseldiğinde ‘tehlikeli’, bedeni özgür olduğunda ‘kışkırtıcı’, gücü arttığında ise ‘kontrol edilemeyen’ olarak damgalanan Medusa, tüm zalimleri bir bakışıyla taş ederken kim ona ‘gerçek bir canavar’ diyebilir?

Eğer dünyada hala gözleri taş kesen Medusalar yaşamaya devam ediyorsa bu; bizim yüzyıllar öncesinin karanlığında yaşayan Medusa’nın travmatik hikayesiyle bir aydınlanma yaşayıp yüzleşme cesaretini kendimizde hala bulamayışımızdan değil midir?

Peki Anadolu toprakları Medusa’yı bağrına bastı mı?

Bazı Osmanlı dönemine ait yapılarda Medusa başı kabartmalarına rastlanması boşuna değildir. Bu imgelerin Bizans’tan kalması bizim belleğimize de kazınmadığı anlamına gelmiyor. Belki de Medusa, bir zamanlar Anadolu’nun ortak kadim hafızasında dolaşan bir ‘yılan ana’ydı. Haksızlığa uğradı… Cezalandırıldı… Kovuldu… Başka bir ad ile geri döndü…

Bu noktada Medusa’ya sadece batının bir efsanesi olarak bakmak, onun büyüsünü ve bize entegre etmek istediği öğretileri eksik anlamaktır. O, bastırılmış seslerin, unutulmuş bilgilerin ve korkuyla karışık hayranlığın sembolüdür.

Bana sorarsanız Medusa’nın hikayesi, yalnızca bir mit değil; kadim dünyanın kadına nasıl baktığını gösteren bir ibret tablosunun açık göstergesidir. O sadece bir figür değil, susturulmuş tüm kadınların sembolüdür. Ve belki de bugün hâlâ bazı toplumlarda yaşanan “görmezden gelinmiş adaletsizliklerin” mitolojik kökenlere dayandığını görebilmemizdir.

Medusa; kadının gücüne, mazlumun hakkına, zalimin elbet bir gün cezalandırılacağına ve vicdanımıza inanarak ‘ben sana inanıyorum’ diyerek gözündeki yaşı sildiğimizde bizi bakışlarıyla taş kesmeyecek kadar merhametli biri ve yardım elini itmeyecek kadar şefkat arayışındadır…

Belki de onun hikâyesini korkmadan, utanmadan ve yüzleşerek dinlemenin zamanı gelmiştir:

Çünkü bazı hikâyeler olacaklardan korkutmak için değil; olanlara karşı uyandırmak içindir…

Gamze KÖKSAL

 

Devamını Oku

Yozlaşmaya karşı bir direniş: Türk Dil Bayramı

Yozlaşmaya karşı bir direniş: Türk Dil Bayramı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugün günlerden 13 Mayıs…

Bugün, Türk milletinin tarihinde ve yüreğinde en özel günlerden biridir!

Bugün, nice destanlara ve milletlere can veren bu kadim dilin kutlu bayramıdır. Bu bayram bir Türk’ün geçmişine, bugününe ve geleceğine tüm benliğiyle sahip çıkma iradesine en güzel örnektir!

Peki bu bayram neden mi önemli?

1277’de Anadolu’nun bereketli topraklarında hüküm süren Karamanoğlu Mehmet Bey, bugün hâlâ kulaklarda gururla çınlayan bir fermanda bulundu:

“Şimden gerü hiç kimesne kapuda Türkçeden gayrı dil söylemeye.” (Bundan sonra sarayda Türkçeden başka dil konuşulmayacak.)

Karamanoğlu Mehmet Bey, bunu söylerken yalnızca Türkçe’nin değerini değil, milletin kendi öz kimliğine sahip çıkmasının en doğru yollarından biri olduğunu haykırdı. Çünkü o dönem resmi dil ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça iken Türkçe, adeta halkın diliydi.

Onun çaktığı kıvılcımı 20. yüzyılda başlattığı dil devrimiyle Mustafa Kemal Atatürk alevlendirdi. Karamanoğlu Mehmet Bey’in anlamlı fermanına ithafen ise 13 Mayıs günü Türk Dil Bayramı olarak kabul edildi.

1932 yılında Atatürk’ün emriyle kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü Türk Dil Kurumu) ‘nin ise amacı dilimizdeki yabancı unsurları ayıklamak ve Türkçeyi sadeleştirerek özellikle bilim ve sanat alanlarında daha kullanılır hale getirmekti.

Türk Dil Bayramı, Türk milletinin ortak kimliği olan Türkçeye sahip çıkmanın ve onu yaşatmanın simgesi haline gelmiştir. Bir milleti, yalnızca ordusu değil; dili ve kültürü de yaşatır. Dilimiz binlerce yıllık tarihimizin taşıyıcısıdır ve biz ne kadar sahip çıkarsak, o da bizi o kadar yaşatır.

Türkçe’ye ne kadar sahip çıkıyoruz?

Özellikle de sosyal medyanın bu kadar çok hayatın bir parçası olan günümüzde dilimiz, belki de tarihte hiç olmadığı kadar anlam verilemez ciddi bir sınavdan geçiyor.

Farkında değiliz:
Türkçe cümlelerin arasına bilinçli sıkıştırılan yabancı kelimeler…
Türkçe’yi özensizce yazma alışkanlığı…
Çoğunlukla İngilizce tabelalı mağazalar…
Anlayacağınız, günlük konuşmalarda “cool” görünmek uğruna Türkçeyi gölgeliyoruz.

Unutuyoruz:
Dil, bir milletin hafızasıdır.
Bizim hafızamızda;
Dede Korkut’un öğütleri…
Yunus Emre’nin görünenden ziyade gizlenenleri…
Karacaoğlan’ın yakarışları…
Mustafa Kemal Atatürk’ün dil ikazları…
var!

Türkçeyi doğru ve güzel konuşmak,
İmla kurallarına dikkat etmek,
Yabancı kelimeler yerine Türkçelerini kullanmak,
Genç kuşakları dijital yozlaşmadan korumak için bilinç oluşturmak
İsteyince hiç de zor değil!

Kutlu olsun Türk Dil Bayramımız. Yaşasın Türkçemiz!

Gamze KÖKSAL

Devamını Oku

Türk mitolojisinde bulut: Gök Tanrı’nın nefesi, göğün Türkçe’si

Türk mitolojisinde bulut: Gök Tanrı’nın nefesi, göğün Türkçe’si
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bulut.

Huzur için seyredilen, bereket yağdıran, gölgesiyle serinleten…

Musibetlerden koruyup kötülerden gizleyen,

Dünya’ nın yaratılmasından sonraki kaosun köpüğü,

Cennet ile Dünya arasındaki yarı yol olan bir tanrısal yüceliktir.

Orta Asya halklarında ‘bolluk getiren, sonsuzluk, özgürlük, masumiyet’tir.

Halk inancında, Bolit Isı (Bulut iyesi) koruyucu ruhtur ve yağmurun koruyucu ruhu da bulutlara bağlıdır.

Kadim Türk mitolojisinde bulut; yaşam, ruh, doğaüstü kudret ve göksel iradeyle bağ kurmanın bir sembolü iken, İslam inancında ise Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak karşımıza çıkar.

Fars kültüründe kutsanmış ya da şanslı olduğunu belirtmek için birine “Göğünüz hep bulutlarla kaplı” denilmektedir.

Mitolojide ‘bu kainatta onu seven birinin olduğunu ve yalnız olmadığını anlasın’ diye başının üstünde dolaşması için insana gönderilen Tanrı’nın mevcudiyetinin timsalidir.

Gökyüzünde meydana gelen her olay bir işaret ya da Tanrı’nın bir müdahalesi olarak yorumlanır. Bulut da bu bağlamda Gök Tanrı’nın kudretinin tezahürü olarak bilinir.

Kadim Türk inancına göre evren üç katmandan oluşur: Göküyüzü, yeryüzü ve yer altı!

Gökyüzü, iyilerin ve tanrıların mekânı iken bulutlar yeryüzüne haber ya da ceza getiren varlıktır. Bulutun şekil değiştirmesi, onun ruhani bir yapıda olduğuna açık bir delildir.

Eski Türklerin bulutu, ‘göksel ruhlar’ın dolaştığı bir yer olarak görmesi şamanik ritüellerde de kendini gösterir.

Öyle ki;
Şamanlar, trans hâlindeyken ruhları göğe yükseldikten sonra bulutları aşarak Tanrı Ülgen’e ulaşmaya çalışır. Bu yolculuk hem fiziksel bir metafor hem de ruhani bir deneyimdir. Bulut tam da burada sıradanla kutsal arasındaki geçiş noktasının ta kendisidir.

Bulutlar, eski Türk inancında ataların ruhlarının dolaştığı, tanrıların yaşadığı bir mekandır. Bir ağacın bulutlara kadar uzandığı görüldüğünde onun kutsal, aracı, gökle temas kuran bir varlık olduğu düşünülür.

Örneğin; Hayat Ağacı…

Gövdesi yeryüzü ve gökyüzünü birbirine bağlarken kökleri yer altına, dalları ise göğe yani tanrıların katına uzanır. Bir şaman ruhsal yolculuğunda göğe doğru yükselirken bulutların içinden geçer.

İslamiyette ise Allah’ın rahmetinin ve kudretinin bir göstergesi, ilahi hikmetin bir sembolüdür. Topraklarda bereket yayılsın diye yağmur yağdırırken Allah’ın emrine boyun eğen bir varlıktır.

Rivayetlere göre, Peygamber Efendimiz daha çocukken ticaret için amcası Ebû Tâlib’le birlikte Şam’a doğru yola çıkar.

Bu yolculuk sırasında Bahira adındaki bir rahip, onu görür görmez onun farklı bir çocuk olduğunu fark eder çünkü başının üzerinde bir bulut yolculuğu boyunca gölge yapmaktadır. Bulut, burada gözle görülen bir gölgeden daha çok ilahi bir koruma ve seçilmişliğin işaretidir.

Bulut; Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce bile gözetildiğinin işareti ve yalnızca Güneş’in kavurucu sıcağından değil, onu dünyanın yükünden de koruyan bir gölgedir. “Koruyuculuğun ve seçilmişliğin nişanesi”dir. Arapça’da “el-Gamâme” adıyla anılan bu bulut, dilimizde “gölgeli ve rahmet getiren bulut” manasındadır.

Velhasılkelam…

Bulut, kimi zaman gölgesiyle serinlik veren bir dost, kimi zaman gökten inen ilahi bir mesajdır.

Kadim inançlardan semavi dinlere uzanan yolculuğunda hep bir anlam, hep bir mana taşır.

Gök ile yer arasında salınan bu zarif varlık, kutsal olanla sıradanın tam sınırında gezinir.

Belki de…

Bu yüzden başımızın üstünde yeri vardır!

Gamze KÖKSAL

Devamını Oku