Ateş, Kürtler ve Türklerin kesişme noktasını simgeliyor. Türkler Ergenekon’dan çıkarken, Kürtler, Demirci Kawa’nın çıkardığı isyan sırasında haberleşmek için ateşi kullanırlar. Nevruz da, ateş yakmak ve o ateşin üstünden atlamak da bu iki halkın kurtuluşa ulaşma umudunu anlatır.
Bu açıdan bakıldığında, PKK’nın üst düzey yetkililerinin de bulunduğu bir törende silahların yakılmasının simgesel bir anlamı var.
Tören sorunsuz bitip, özellikle Kürtlerin yaşadığı coğrafyada sevinçle karşılanınca Devlet Bahçeli, “bir Kürt bir de Alevi cumhurbaşkanı yardımcısı olsun” önerisinde bulundu.
Kürtlerin ve Alevilerin kamu yönetiminde daha fazla yer tutması gerekçesiyle açıklanan öneri, çok su götürür ve muhtemelen küresel bir senaryo ile karşı karşıyayız.
Öneri, kamuoyuyla paylaşılınca ister istemez bir “Lübnanlaşma” tartışması yaşandı.
NE DEMEK LÜBNANLAŞMA?
Uluslararası politikada bu kavram, aşağılayıcı bir süreci anlatır.
Ne olmuştu Lübnan’da?
On yedi etno dini topluluğun temsilcisi konumundaki Hıristiyan ve Müslüman siyasetçilerin bir metin üzerinde anlaşması sonucu 1943’de kurulmuştu Lübnan.
İktidar, din temelli olarak pay edilmişti ve pay etme süreci, bir süre sonra siyasi bir çözümsüzlüğe ve iç savaşa yol açmıştı.
Türkiye’nin etnik yahut inanç temelli bir biçimde yönetilmesi önerisi, ne kadar “iyi niyetli” olursa olsun, terimi ilk kullananın Şimon Peres olduğu göz önüne alınırsa gösterilen tepkilerin ve dile getirilen kaygıların o kadar da haksız olmadığı açıktır.
Öte yandan “dışarı”nın etkisini göz ardı etmeden söylemek gerekir ki Türkiye, hakikaten Ortodoks bir siyasal İslamcı anlayışla yönetilmektedir. Her ne kadar anayasada, “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” şeklinde yazıyor olsa da, hayat kâğıt üzerinde yazıldığı gibi sürmüyor.
Anayasanın değişmez maddelerinden biri olan “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” görüşü, kâğıt üzerindedir. Denir ki “devlet A4’e bakar”; fiiliyatta ise, “Sünni, Türk ve erkek egemen” bir yönetsel modelle karşı karşıyayız. Siyasal İslamcı anlayış, başta Aleviler olmak üzere kendi dini anlayışından farklı inanç yorumlarını yönetsel sürecin dışına ittiği gibi Türkiye’nin kamu yönetimi sistemine demokrasiden uzaklaştırmış bulunuyor.
Nedir çare?
Anayasada yazıldığı üzere cumhuriyet demokratikleştirmek mi? Yoksa sistemin kılına dahi dokunmadan, farklı dini ve etnik gruplara kamu yönetimi mekanizmasında pozisyon vermek midir?
Genel kanaat şudur ki Kürtler, Kürtlüklerini inkar ettikleri sürece kamu yönetiminde pozisyon tutabiliyorlar; aleviler ise ağızlarıyla kuş tutsa dahi kamudaki hiçbir kritik göreve getirilmiyorlar. Hatta yazılı sınavlarda ne kadar yüksek not alırlarsa alsınlar, herhangi bir kamu kurumunda işe girmelerinin dahi giderek zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz.
LİYAKAT YOKSA KAMU YÖNETİMİ ÇÖKER
Bir sorun olduğu muhakkak ama çözüm, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı görevini etnisite ve inanç temelli dağıtmak mıdır?
Demokrasi varsa inançları ve etnisiteleri farklı gruplara kadro dağıtılmaz. Çünkü demokrasi, herkesin, hiçbir baskıya uğramadan, kendisini ifade etmesinin, inancını yahut inançsızlığını yaşamasını sağlar. Bu sürecin güvencesinin de laiklik olması gerekir. Özgürlükçü bir laiklik varsa, kamu yönetiminde görev almanın tek ve zorunlu koşulu, liyakattır.
Cumhuriyet, özgürlük, eşitlik, adalet, laiklik, hoşgörü kültürü ve temel hakları barındıran bir sistemdir. Hal böyleyken var olan cumhuriyetin demokratik olmasını talep etmek yetmez mi? Neden ayrıca bir laiklik vurgusuna ihtiyaç olduğu sorusuyla karşılaşıyoruz.
Hatta deniyor ki “anayasada var olan laikliğe laiklik denmez; her iktidar, toplumun dini inancını kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Dolayısıyla laikliğin bizi getirdiği nokta sorunludur. Bizim talebimiz demokratik cumhuriyet olmalı ve cumhuriyet demokratikse laikliğe özel vurgu gerekmez.”
Başta Aleviler olmak üzere “az olan inançların”, Osmanlı tarihi boyunca “ölümü görüp”, Türkiye Cumhuriyeti uygulamaları nedeniyle “sıtmaya razı olmak” durumunda kalmaları, laikliği gereksiz kılmaz. Tam tersine laiklikle ifade edilen alan çok özel bir alandır.
Çünkü bu, “demokrasi varsa kadın hakları da vardır; dolayısıyla kadınların hak talebinde bulunmasına gerek yoktur” gibi saçma bir sonuca da ulaştırır bizi.
Esas mesele, herkesin kendi talebini dile getirmesi ve başkasının talebine hoşgörüyle yaklaşıyor olabilmesidir. Kadınlar hak eşitliği talebini, farklı etnisiteler dil ve kültürlerinin korunup geliştirilmesi talebini yükseltirken, inanç alanında “az” konumunda olanların laikliğe vurgu yapması kıymetlidir. Benimsenip yükseltilmelidir.
Öte yandan laiklik, din ile ilişkili bir kavram olmakla birlikte inanç özgürlüğünün ötesinde bir anlam içerir. İnanç özgürlüğünün ötesi, inanmama ile birlikte düşünce ve ifade özgürlüğünü de kapsar. Hakaret ve aşağılamaya varmadığı sürece eleştiri hakkının da güvencesidir. Bu anlamıyla laiklik, farklı din ve inançların ortak kesişme noktasıdır. Evrensel laikliğin açık anlamı da, kamu yönetiminin herkese eşit uzaklıkta olmasıdır. Bir başka ifadeyle herkesin kendisini var etmenin güvencesidir laiklik.
Yapılması gereken şey, özgürlükçü laik karakterini öne çıkartmak, böylece inançlar, milliyetler ve cinsiyetler çerçevesinde herkesi birbirine eşitlemiş olmaktır. Söz konusu olan çok yalın ama çok yaşamsal bir ihtiyaçtır.
Devlet, bütün inançlara, bütün etnisitelere eşit uzaklıkta duracak.
Laiklik, gerçek içeriğiyle uygulanabilirse yalnızca Aleviler, Kürtler ve kadınlar değil; ihtiyacı yokmuş gibi görünen “Sünni, Türk ve erkek” toplulukların da özgürleşeceği muhakkaktır. İşte o zaman Cumhurbaşkanının da yardımcılarının da, kamudaki bütün kritik görevlere yapılacak atamaların da, taliplilerin dinine, milliyetine, cinsiyetine değil, liyakatine bakılarak karar verilir.
Şah İsmail’in, bir kurultay sonucu Şah ilan edildiği topraklara ulaşmak üzereyken geldi Altan Öymen’in sonsuzluğa göçtüğü haberi.
O an yüreğimin orta yerine, o iklimin bir başka güzel insanı Cemal Süreya’nın şu dizeleri gelip oturdu:
“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…”
93 yaşında, “çoklu organ yetmezliği” ile mücadele ederken vedalaşmıştı bizimle. Bir yanıyla hastalığıyla uğraşırken, öte yandan Cumhuriyetin demokratik kimliğinden uzaklaştırılmasını engellemek için CHP’nin birlik ve beraberliğini korumak gerektiğini savunan bir isimdi.
Hasta yatağındayken dahi, gözü kulağı, Türkiye’nin içine çekilmek istendiği Ortadoğu bataklığına karşı sesini çıkartacak olanlardan gelecek sesteydi.
HAYATI, TOTALİTERLERLİĞE KARŞI MÜCADELE İLE GEÇTİ
Küresel güçler de bunun farkında olacaklar ki o seslerin dalga dalga gelip birleşeceği “muhalefetin amiral gemisi” konumundaki CHP’yi etkisiz hale getirme hamlesini başlatmışlardı. Zira Ortadoğu’nun yeni baştan şekil alabilmesi için Türkiye’nin yeni bir dizaynına; Türkiye’nin sorunsuz bir biçimde dizayn edilebilmesiyse CHP’nin etkisizleştirilmesine bağlı olduğu açıktı.
Toplumsal dinamizm, her zaman kâğıt üzerindeki senaryolara uymaz; hatta çoğu zaman küresel güçlerin karar odalarında yazılıp çizilen senaryoları alt üst eder.
Ortadoğu’nun İran’ı da kapsayacak bir biçimde yeniden şekillendirilmesi için “BOP eş başkanlığı”nın Türkiye’ye verilmesiyle halledilebileceklerini düşündükleri sürecin karşısına halkın sessiz sedasız büyüyen muhalefeti çıkması da böyle bir tarihsel izdüşümün sonucudur.
Tarih tanıktır ki her muhalefet, kendi simgesini kahramanlaştırır. Rastlantı mıdır, bilinmez ama tarihin bu dönemecinde o simge isimlerin hemen hepsinin de CHP’de toplandığını görüyoruz. Öte yandan gene tarih tanıktır ki küresel güçler, tıpkı Çanakkale’de toplarıyla giremedikleri bu coğrafyaya ellerini kollarını sallayarak İstanbul Boğazına girmeleri örneğinde olduğu gibi senaryoları gerçekleşmediğinde evlerine geri dönmüyorlar. Ele geçirebilmek, bölge halklarını iliğine kadar sömürebilmek için hayatın karşılarına çıkardığı engelleri aşacak yeni senaryolar ve yeni hamleler yapmaktan bir an bile tereddüt etmediklerini biliyoruz.
Hayat mücadele demektir; toplumsal hayat, toplumsal mücadelenin dinamiğini de içinde barındırır. Küresel güçlerin planı varsa bağımsızlığın da bir iradesi vardır. Boşuna mı demiş Dadaloğlu; “ferman padişahın dağlar bizimdir” diye.
“Dağları bizim yapan” o mücadele geleneğidir; 1800’lü yıllarda attığı somut adımlarını, 1920’lerde gerçeğe dönüştürerek bugünkü Türkiye’nin temellerini atmıştı. Bugünkü mücadele ise o adımları önemli bulup, daha da pekiştirmek isteyenlerle o adımları bir türlü sindiremeyenler arasında kıyasıya sürüyor.
HAYATI, TÜRKİYE’Yİ CENNET YAPABİLMEK İÇİN MÜCADELE İLE GEÇTİ
Sürdürenlerin ortak özelliği, ortak bir sevdaları olmasıdır.
Ahmed Arif’in şiirleştirdiği de bu sevdadır:
“Vay kurban… “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.” Yiğitlik, sen cehennem olsan bile Fedayı kabul etmektir, Cennet yapabilmek için seni, Yoksul ve namuslu halka. Bu’dur ol hikayet, Ol kara sevda.”
İki yüzyılı aşkındır yürütülen demokratikleşme mücadelesinin esbabı mucibesi de budur!
Elbette “güllük, gülistanlık” da değildir bu yol ve o yolda yürürken tarih her zaman kitlelere kendileri için çimento görevi görebilecek bir özne bulmalarını şart koşar.
Kitleler, kendilerince buldular o özneleri; kimisi Yavaş dedi; kimisi İmamoğlu…
Ve fakat, iktidarın derdi, İstanbul’u ele geçirmekti. Bunun için de toplumun en hassas olduğu konu olan yolsuzluk ve rüşveti bahane ederek İmamoğlu’na operasyon yaptı.
Hep söyleriz; varsa bir sorun, adil bir yargılanma hakkıyla sonuca varılması sağlanabilirdi. Ancak Türkiye’nin, “vur deyince öldüren” bir geleneğe sahip olduğunu biliyoruz. Hepimiz biliyoruz ki dün okuduğu şiir nedeniyle Erdoğan’ı cezalandıran “kafa”, bugün de İmamoğlu’nu “ahmak” dedi diye cezalandırarak, mevcut düzenin sürüp gitmesini istiyor.
Tarihsel, toplumsal ve güncel süreçlerin o “kafa”nın hesapladığı gibi işlemediğine de tanıktır bu ülke. Şiir okuyan Erdoğan’ın geldiği yere bakarak, geleceğin nasıl şekilleneceğini görebiliriz.
Dün küresel güçlerin de desteğiyle Erdoğan’ın çevresinde sessiz sedasız bir biçimde toplanan muhalefet, bugün, kendiliğinden bir biçimde CHP’nin etrafında toplanıyor. İmamoğlu’nu elemine etmek için başlayan sürecin pek çok belediye başkanının tutuklanmasına kadar uzamış olması, tarihin tekerleğini bir miktar aksatabilir ama durdurmaya yetmez.
Farkındayım; operasyonun konusu, AKP’nin iktidarı süresince en hâkim olduğu alan olabilir. Bu nedenle hakikat ile tezviratın karıştığı bir ortama da sürüklenmiş olabiliriz.
Aydının görevi, gerçeğin peşinden gitmektir.
HAYATI, HALKIN HABER ALMA HAKKI İÇİN MÜCADELE İLE GEÇTİ
Hayatını o gerçeği halka ulaştırmakla geçirdi Altan Öymen.
Hastalıkla mücadele ederken bir yandan küresel güçlerin güncel dayatmalarına karşı dik durmak lazım geldiğini dile getirirken, diğer yandan mücadelenin tarihini de hatırlatan bir duruşu vardı.
Onu en son, 7 Mayıs günü, Cebeci Asri Mezarlığında, babası Hıfzırrahman Raşit Öymen’in mezarının başında görmüştüm. Ayakta zor dururken bile geleceğe ışık tutacak bir tarihi hatırlatmakta geri durmamıştı.
Cumhuriyet tarihinin ve Türkiye’nin med cezirlerinin doğrudan tanık olmuş bir aileden geliyor. O ailenin tarihi, aynı zamanda, Türkiye’nin siyasal tarihini de özetliyor. O tarih bize gösteriyor ki otoriter bir iktidar kurabilmek için muhalefeti sindirmek; muhalefeti sindirebilmek için de öncelikle halkın haber alma hakkını kuşa çevirmek, neredeyse bir iktidar refleksi.
Çarpıcı bir anekdotla bitirelim bu yazıyı.
Aydınlanma mücadelesinin neferlerinden biri olan Altan Öymen’in babası Hıfzırrahman Raşit Öymen’e sormuşlar:
“Yazdığı yazılar nedeniyle oğlunuz Örsan Öymen tutuklanacak, ne dersiniz?”
Yanıtı şu olmuş:
“Onu tutuklarlarsa Altan yazar, Altan’ı da tutuklarlarsa ben yazarım, beni de tutuklarlarsa bu ayıp onlara yeter”.
Bu sözler, bugün yaşadıklarımızın özetidir. Görüyoruz ki ilk kez yaşanmamış, dün de öyleymiş, bugün de öyle…
Son kez yaşanmasının yolu, demokratik, laik ve özgürlükçü bir Türkiye inşa etmekle mümkün olacak.
Güle güle Altan Abi…
Gözün arkada kalmasın; halkın haber alma hakkı için sahip çıktığın ilkeler, Türkiye’nin demokratik, katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir bir iktidara sahip olması için verdiğin mücadele sürecek, su akıp yatağını bulacak.
Sabahları, ötmeleriyle ünlüdürler. Melodik sesler çıkartırlar ve canları ne zaman istiyorsa o zaman ötme özelliklerine sahiptirler. Erkekleri uçarken öter; böylece dişilerin dikkatini çekmeyi amaçlarlar. Toprak rengine sahip oldukları için avcılar tarafından “hayalet kuş” olarak da tanımlanırlar.
En belirgin özellikleriyse ötme vakitlerini kendilerinin belirliyor oluşudur. İnsanı, insanlaştıran da, tarla kuşu gibi özgür olabilmesi; kime yapılırsa yapılsın, haksızlığa karşı koyabilmesi iradesine sahip olabilmesidir. Bu nedenle teşbihte hata olmasın, bazen tarla kuşu gibi hesapsız olmak, bizi daha çok insanlaştırabilir.
Gelelim meramımıza…
Varlıklarını, karşıtlarının olumsuzluğu üzerine inşa eden milliyetçiliklerin yan yana geldiği ilginç bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. “Kurucu önder” övgülerinin havada uçuştuğu; başına ödül konanların konuşmalarının neredeyse bütün ekranlardan evimizin içine kadar girdiği bu ilginç tarihsel dönemeçte, çok insani isteklere ise kulağını tıkayan bir iktidar ile karşı karşıyayız.
Barışmak iyidir; aynı masanın etrafına toplanıp, çözülebileceği açıkça belli olan meseleler için kırk yılı aşkındır akan kanın durmasına kim itiraz edebilir?
YASALAR, EVRENSEL HUKUK İLKELERİNİN IŞIĞINDA YAPILIYORSA…
Öte yandan hayatın, birbirinden yalıtılmış vagonlardan ibaret bir eylem olmadığı da açıktır. Kandil’e inşa edilen merdivenden inip, kurulan barkovizyondan hepimize seslenenlerin aynı merdivenleri çıkıp, gözden kaybolmaları, yeri yerinden oynatmadığına göre aksayan lösemi tedavisini dışarıdan yürütebilmesi için Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık’ın serbest bırakılması da, zor geçen hamileliğinde eşinin yanında olmak isteyen İmar Daire Başkanı Ramazan Gülten’e izin verilmesi de yeri yerinden oynatmaz.
Halil Cibran, “yasa yapmaktan zevk alıyorsunuz ama onları çiğnemekten daha çok zevk alıyorsunuz” diye yazıyor; örneğini de şöyle veriyor:
“Okyanus kıyısında oynarken özene bezene kumdan şatolar yapan, sonra da kahkahalar atarak onları yıkan çocuklar gibi. Siz kumdan şatolar yaparken, okyanus kıyıya daha çok kum taşıyor, siz şatolarınızı yıkarken de okyanus sizinle birlikte kahkaha atıyor. Gerçekten de, okyanus hep masumlar için atar kahkahasını.”
Sonra sormaya devam ediyor:
“Yaşamı bir kaya, yasayı da kayada kendi suretlerini kazımak için kullandıkları bir keski olarak görenler hakkında ne demeli? Ya boyunduruğuna âşık olup, ormanların geyiğini ve karacasını yoldan sapmış serseri yaratıklar sayan öküz hakkında ne demeli?”
Ne denilebilir ki boyunduruğuna aşık olanlar için?
Bizim ona yüklediğimiz anlamın ötesinde anlamlara sahip olabilir hayat fakat asıl önemli olan adil olup olmadığıdır.
Nazım’ın şu dizeleri anlatır meramımı:
“ölümün adil olması için
hayatın adil olması lazım”
HAYATI ADİL HALE GETİREN DE, ÇEKİLMEZ HALE GETİREN DE…
Adalet, ilginç bir süreçtir; bir yanıyla hukuk kurallarıyla diğer yanıyla yasalarla ilintilidir. Hukuk kuralları evrenseldir; her yerde, her koşulda geçerli ve insanlığın tarihsel birikiminden süzülüp gelir. Yasalar ise genel kanaatin aksine görecelidir; dün yasaların çizdiği çerçevede suç kabul edilen bir eylem, yarın, özgürlük kuramının içine yerleştirilebilir. Bugün genel geçer kabul edilen bir edim, bir başka gün uygulanamaz hale gelebilir.
Hukukun evrensel kurallarından biri “masumiyet karinesi”dir. “Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur” anlamına gelir. Yasanın uygulayıcısı, pekâlâ sübjektif davranıp diyebilir ki “öyle ama kanaatimize göre suçu sabittir”. İki yaklaşım arasında dağlar kadar fark vardır ve biz genellikle birincisine özenir, ikincisiyle muhatap oluruz.
Toplumsal vicdanı yaralayan da bu ikircikli haldir.
Bakın Türkiye’ye; özellikle de CHP’li belediyelere yönelik operasyonlar, “masumiyet karinesi”ni ötelemiş, vicdanları yaralayan bir seyir izler hale gelmiş durumdadır. Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe’nin tutuklanması, buna örnektir. Bu yaklaşım, daha da ileri gitmiş; Manavgat’ta belediye meclis üyelerinin tutuklanmasına ve böylece sayısal üstünlüğün AKP-MHP ittifakına geçmesine yönelik bir operasyona dönüşmesinin amaçlandığını görüyoruz.
Suç varsa, gereği yapılmalı ama “suç” adı altında bir operasyona dönüşmesi kabul edilemez. Erdoğan’ın okuduğu şiiri suç kabul eden kakafoniden, operasyonları, belediye yönetimlerine ele geçirmenin aracına dönüştüren yaklaşımın karşısında durulmalıdır.
Bu çerçevede Ahmet Türk’ün ilkesel duruşu, öne çıkartılmalı; evrensel ilkelerin önemine vurgu yapılmalıdır. Türkiye, gücü yetenin değil, hukukun evrensel ilkelerinin uygulandığı bir ülke olabilmelidir. Kayyımlar devam ederken, Türkiye Kürt sorununu bütün yönleriyle serbestçe konuşabilir mi? Açıklığı, şeffaflığı ve katılımcılığı ilkesel bir hale getirmeden, kamunun olanaklarını kimin, nasıl kullandığını bilmemiz olanaklı mı? Kamunun yetkisini devrettiğimiz insanların kamunun üstünde bir güce dönüşmesinin nedeni de, evrensel ilkelerden uzaklaşıp, günübirlik çıkarların peşine koşuşturmak değil midir?
Cibran, güneş ve gölge örneğini verir. Hiç kuşkusuz, güneş varsa, güneşin önünde duran nesnenin gölgesi de olur ama Cibran’ın dikkat çektiği gibi arkanıza aldığınız güneşi, yalnızca bir gölge oluşturucu olarak görmek, ne büyük yanılgıdır.
Peki güneşi önümüze alırsak ne olur?
İşte o zaman gerçeğe dönmüş oluruz.
“Önce şu sorunu çözelim, sonra diğerine bakarız” demek, çok büyük yanılgıdır. Bütün sorunların çözümünün ortak anahtarı, insanlığın biriktirdiği evrensel ilkelerdir. O ilkelere sahip çıkabilirsek, bütün sorunlarımızı çözebilecek irademizi sergilemiş oluruz.
Yurttaşa, gerçeğin bir yönünü göstererek, gelecek planlanamaz. Cibran’ın dediği gibi “davulun sesini susturabilir, lirin tellerini gevşetebilirsiniz ama tarlakuşunu kim alıkoyabilir şakımasından?”
Sarı öküzün öyküsünü hepiniz biliyorsunuz elbette ama yeniden hatırlatmak boyun borcudur.
Şöyle o öykü:
Geniş mi geniş bir otlakta öküzler otluyor; otladıkça etleniyor. Uzaktan onları izliyor aslanlar ve ağızlarının suyu akıyor. Derken saldırıya geçiyor aslanlar ama öküzler de onlardan aşağı kalır değil; birlik olup, püskürtüyor aslanların saldırısını.
Aslanlar pes etmek üzere; kendilerine yeni bir macera aramak üzere toparlanırlarken, içlerinden en çelimsizi, topal ve en kurnazı aslan durdurmuş onları.
“Bir dakika” demiş; “hiçbir yere gitmiyoruz”.
“Ne yapacağız?” diye merakla sormuşlar.
“Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.”
Sonra da eline bir beyaz bayrak alarak, öküzlerin yanına gitmiş.
YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ
“Biz” demiş, “size saldırdık doğru ama bilin ki size çok büyük saygı duyuyoruz. Sizin dayanışma geleneğinizi de takdir ediyoruz. Biz de sizinle normalleşmek istiyoruz. Gelin görün ki içinizden biri, şu sarı öküz, bizi tahrik ediyor. Verin onu bize, siz de kurtulun biz de.”
Öküzler toplanmış; güya güvenli bir gelecek için sarı öküzü feda etmekte bir beis görmemişler.
Sadece benekli olan itiraz etmiş; “o iş öyle değil” demiş, “eğer ‘ya hep beraber ya hiçbirimiz’ demez ise birer birer teslim alacaklar bizi”.
Bütün öküzler, bugünkü konforları bozulmasın diye sarı öküzü vermişler.
Veriş o veriş!
Sonrası gelmiş; “uzun kuyruklu öküz, bize yan baktı”, “boz öküz, bize bakarak, boynuzunu salladı” diye diye öküzleri çaresiz bırakmışlar.
Sıra yaşlı öküzlere gelmiş.
İçlerinden biri, “ne oldu bize, ne oldu da bu hale düştük. Oysa ne kadarda güçlüydük” demiş.
İşte o zaman söz almış benekli öküz; “biz” demiş, “sarı öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.”
Kıssadan hisse işte!
Yaşanan güncel gelişmelerin de bir başlangıcı, teşbihte hata olmasın, bir “sarı öküzü” var.
Kimdir o?
Bir sabah uyandık ki Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer gözaltına alınmış.
Gerekçesi komikti ama tutuklandı. Toplumun sinir uçlarıyla temas eden bir konuyla ilişkilendirildiğinden olsa gerek, tepkiler cılızdı.
İTİRAFÇILIĞI KURUMSALLAŞTIRAN BİR SÜREÇ
Muhtemelen ölçmek istiyorlardı; “yüzde 38” ve diğerleri ne tepki vereceklerdi.
Tepkiler cılız kaldı; cılızlaştırmak için elinden geleni yapan iktidar Ahmet Türk gibi birisinin yerine dahi kayyım atayarak, kimlerin tepki vereceğinin de sınırını çizmiş oldu.
Artık eli daha rahattı. Bu rahatlıkla İstanbul’a uzanıldı; İmamoğlu’nu aldılar. Hemen herkes, yaklaşa tehlikeye karşı yekvücut olmak yerine, “kazanma olasılığı yüksek Cumhurbaşkanı adayını engellemek” olarak yorumlamakla yetindi.
Sonrası da vardı ama Adana, Antalya ve Adıyaman’a ulaşması da gösteriyor ki artık bu operasyonlar, bambaşka bir hal almış görünüyor.
Duyunca siz de, “yok artık” dediniz mi?
O an, içimden, “cılkı çıktı” demek geçti.
Büyük Türkçe Sözlük, “bozularak kokmuş, cıvıklaşmış, irinlenmiş” olarak tanımlıyor “cılk” sözcüğünü.
İnsanlar için de kullanıldığını biliyoruz; “sözünün eri olmayan” kişileri anlatıyor.
Cılkı çıkmak ise “Bozulma hali, doğru ve uygun yolundan ayrılmak” anlamına geliyor.
Tsunamiye dönüşen bu gözaltı süreçleri, abartmak gibi olmasın, işgal günlerindeki toplumsal ruh haliyle örtüşüyor.
Ne yapacağını bilemez hale gelmiş bu toplum…
Yolsuzluk varsa açıklanmasını bekliyorsunuz ama ortada kanıt bulunmuyor; 12 Eylül günlerindeki gibi bol bol “itirafçı” servis ediliyor.
İşgal günleri nasıldı; kısaca hatırlatalım.
Mondros Mütarekesi imza altına alınmış, bu mütarekenin sonucunda da Çanakkale’de geri püskürtülen emperyalist güçler, elini kolunu sallayarak, İstanbul’a girmiş; işbirlikçiler sayesinde işgali gerçekleştirmişlerdi.
Osmanlı bir devlet olmaktan çıktığı; coğrafi olarak Anadolu’nun da, pek çok emperyalist ülke arasında pay edildiği o yıllarda, asıl amaçları, İstanbul’dan uzaklaştırma olan, resmiyette ise yerel direniş örgütlerinin kontrol altında tutulması gerekçesiyle Mustafa Kemal, 9. Ordu Müfettişliğine atanmıştı.
Ruh hali bozuk, moral ve motivasyon yerlerdeyken, yola çıkan Mustafa Kemal, Samsun’a varır varmaz, henüz feshedilmemiş ordu komutanlarıyla temas kurmuş; yerel direniş örgütlerini hem cesaretlendirmiş hem de tek çatı altında birleşmeleri konusunda ikna çalışmalarına başlamıştı.
O an fark edildi k Anadolu’ya gönderilmesi, İstanbul’da kalmasından daha tehlikeli sonuçlar üretebilirmiş Mustafa Kemal’in; geri çağırmışlardı.
ZAFER, GÖZ YUMMADAN KOŞAN GİDER
Çağrıya kulak asmamış; Amasya’ya geçmiş ve orada “Anadolu ihtilalinin bildirisi” olarak adlandırılan Amasya Genelgesi’ni okumuştu. 8 Haziran 1919’da yapılan ilk çağrıdan, askerlik görevinden istifa ettiği 8 Temmuz’a kadar muhtemel tehlikelere karşı işaret gördüğü hemen her yerde örgütlenmenin gereğini yapmış bir lider olarak tarihe geçmişti.
İstifa ederken söyledikleri, bugünümüze ışıt tutacak niteliktedir; değil mi ki tarih geleceğin aynasıdır.
Şöyle demişti:
“Bu mukaddes amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya bütün kutsal değerlerim adına söz vermiş olduğum, pek aşığı olduğum askerliğe bu gün veda ve istifa ettim. Bundan sonra memleketim için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millete bir fert olarak hizmet edeceğimi vatanın her köşesine bildiririm.”
Demek istemişti ki “önderlik amaçtan dönmemektir; son nefeslerine kadar memleket için özveri göstermektir”.
Gereğini yaptığını da biliyoruz; aynı bakış açısına sahip olmadığı pek çok komutan ve entelektüeli, aynı amaç doğrultusunda harekete geçirmiş ve o zorlu sürecin sonunda bağımsız bir Türkiye’nin kuruluşunun gerçekleşmesine ön ayak olmuştu.
Benzer günlerden geçiyoruz.
İktidarın yönettiği algı sürecini tersine çevirebilmek ve “elimizde kalan tek şeyi, yani sandık iradesine sahip çıkmak” için birlik ve beraberliğe ihtiyaç var böylece özgürlükçü ve demokratik Türkiye’ye giden yolu inşa etmek için amasız, fakatsız omuz omuza olma zamanıdır. Dayanışma çoğaltır çünkü.
Kesişim kümemizi Mustafa Kemal resmediyor.
Kayıtsız koşulsuz halk egemenliğini sağlamak için çok sevdiği askerlik mesleğini bir kenara bırakmıştı. Zira teşbihte hata olmasın, yeni “sarı öküz”lerin önüne geçmenin biricik şartı, göze almaktır en kötüsünü.
Ne demişti Fazıl Hüsnü Dağlarca?
“Yaşamaz ölümü göze almayan/ Zafer göz yummadan koşana gider”.
1993’e kadar “Madımak” denince aklımıza yemeği de yapılan bir bitki gelirdi; türküsü de olan o bitkinin adını taşıyan bir de otel vardı Sivas’ta. Orada konaklayacaklardı, Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak için Sivas’a giden aydın ve sanatçılarımız. Yaktılar o oteli; hem de içi insan doluyken…
O gün, bugündür, “Madımak” denince aklımıza katliam geliyor. Toplumun kalbine saplanmış sayısız cam kırığının yol açtığı bu derin sızıyı anlatacak henüz başka kavram olmadığı için katliam diyoruz. Koskoca bir oteli yakıp, karşısına geçip seyretmek insana ait bir duygu olmasa gerek. O otelde yakılanların arasında bulunan Metin Altıok, şu dizeleri yazarken kim bilir nasıl bir gelecek tasavvurunda bulunmuştu?
“İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince.”
Yaktılar onu. Tıpkı gündüzleri insanların derdine derman olmak için doktorluk yapan, arta kalan zamanlarda sözcükleri sonsuz anlamlarla şöyle güzelleştiren şair Behçet Aysan’ı yaktıkları gibi:
“bütün derinlikler sığ/ sözcüklerin hepsi iğreti/ değişen bir şey yok hiç / ölüm hariç. / aynı gökyüzü aynı keder.”
Yakılan, yalnızca tepeden tırnağa insanlık değil; Fuzuli’nin, “güzel insanların yurdu” olarak tanımladığı bu coğrafyanın geleceğiydi aynı zamanda.
Muhlis Akarsu’nun, “sen insanoğlusun kör olamazsın” dediği halde, kör; Nesimi Çimen’in, “her ne desem sözüm yara/ yar olmayan habersizdir” dediği kadar sağırdılar. Hasret Gültekin’in “Sevgi kuşun kanadında” sözünü duymamak; Edibe Sulari’nin, “ne olursa dini dili/ insanlar dünyanın gülü” şeklindeki sevgisini işitmemek için ateşe verdiler Madımak’ı.
İnsanı anlamaları için gecesini gündüzüne katan Asım Bezirci, yaşamı karikatürize ederek anlatan Asaf Koçak ve memleketin derdini dert eden Uğur Kaynar ile tanışmak varken yaktılar onları. Aralarında, gençliğini henüz adımlayan 12 yaşındaki Koray, adıyla müsemma 15 yaşındaki Menekşe ve sonsuzlukla iş 16 yaşındaki Asuman da yakıldı onlarla birlikte.
Yaktılar ve Madımak’ta yükselen ateş, bütün Türkiye’yi ve özellikle de 33 canın ocağına düşmüştü; o ocaklar kül oldu.
Neden? Çünkü tarih, geleceğin aynasıdır. Tarihi, tozlu sayfalar arasında unutturan aymazlığın hüküm sürdüğü her coğrafya, acılara gark olur.
Ne olmuştu Sivas’ta? Yüzyılın başında Anadolu ihtilalinin rotası çizilmişti Sivas’ta. Denilmişti ki “manda ve himaye kabul edilemez; esas olan, milli iradeyi egemen kılmaktır, bunun için Meclisi Mebusan’ın derhal toplanması zorunludur”.
Nâzım Hikmet, o günleri şöyle dizeleştirmişti: “Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat / Sivas, mandayı kabul etmedi fakat”
HEDEF CUMHURİYET DEĞERLERİ
Tarihin yaptığını, tozlu sayfalar arasında bırakıp ilerlerseniz, geleceğe tutulan aynanızı yitirmiş olursunuz. Geleceği örgütlemez, günü kurtarmak ile yetinirseniz, “manda ve himayeciler”, ansızın çıkarlar karşınıza…
Öyle oldu; 1993’ün 2 Temmuzu’nda, ellerinde ateşlerle sardıkları otelin önünde, hançerelerini yırtarcasına, “burada kuruldu, burada yıkılacak” sloganıyla laikliği ve yurttaşların eşitliğini ilke edinmiş Cumhuriyeti hedef almışlardı.
Cumhuriyetin değerlerini temsil eden simgesel isimleri ateşe verenler, o ateşi körükleyenler, öfkeden gözleri dönmüş piyonların küresel bir planı uygulamak için harekete geçmişlerdi. Cumhuriyetin yüzyıllık tarihinde benzer acıları yaşadığımız onlarca toplumsal travmanın oluşmasına da piyonlar yol aracılık etmişlerdi.
Kışkırtıldıkları tartışma götürmez ve tarihsel tecrübelerden biliyoruz ki yaşananlar, “Şeriat isteriz” diyen iki sakallının kendiliğinden eylemi olmanın ötesinde bir derinliğe sahiptir. 2 Temmuz’da Madımak’ta, üç gün sonra Başbağlar’da planlanan katliamlar, kardeşliği dinamitlemek, Türkiye’yi “küresel güçlerin av sahası” haline getirmek için atılan adımların ilk işaretleridir.
33 canımızın “ateşte semaha durması”, yüreğimize batan cam kırıklarının yol açtığı bir feryada dönüşmüştür ama artık feryattan fazlasına ihtiyacımız olduğu günlerden geçiyoruz.
Farkındayım; hâlâ, “Hafik’ten bu yana Banaz’dan öte/Kızılırmak boylarında bir şehir”de bir ateş yanıyor; o ateşin sönmesi, herkesin kendi inancını, hiçbir baskıya maruz kalmadan yaşamasıyla düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıldığı özgürlükçü, laik ve demokratik bir Türkiye’nin inşa edilmesiyle mümkün olacak.
Şairin şu dizeleri de bu düşün izini sürüyor:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…“
Madımak’ta yananların canları da, bu hasretin giderilmesine bağlı.