DOLAR

41,3192$% 0,35

EURO

49,0252% 0,62

STERLİN

56,4420£% 0,46

GRAM ALTIN

4.892,18%0,16

ÇEYREK ALTIN

8.132,00%0,92

ONS

3.689,94%0,30

BİST100

11.182,96%1,66

BİTCOİN

฿%

TETHER

$%

Ankara AÇIK 22°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Yüksel IŞIK

Yüksel IŞIK

21 Ağustos 2025 Perşembe

17 AĞUSTOS’TAN ALINMASI GEREKEN HİSSE

17 AĞUSTOS’TAN ALINMASI GEREKEN HİSSE
0

BEĞENDİM

ABONE OL

7.9 şiddetinde gerçekleşen 1939 Erzincan depremini kim hatırlıyor? Ya da 1966 Varto depremini?

6 Şubat 2023’ün yaraları taze ama 17 Ağustos 1999 depremini hatırlayan var mı?

Hatırlamak, ders almanın, hisse çıkarmanın ilk koşuludur.

İnsanlık tarihi, aynı zamanda tecrübe demektir. Toplumsal pratikten çıkartılan sonuçlara göre bir çeşit konumlanma da diyebiliriz buna. Örneğin benim doğduğum köy, sırtını bir dağa yaslanarak kendisini var etmiş. Hep merak ederdim; bu “kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başına neden gelmişiz” diye…

Elbette en önemli nedeni, Yavuz’un zulmüdür. Onun zulmünden uzaklaşmak ve bir nefes alabilmek için pek çok insanımız, kendisi için korunaklı yerleşimler bulmuş ve oralarda tutunmuş hayata. Hemen aşağısında nehir yatağı varken, o nehre kuş uçumu bir km yukarısına neden yerleşmişler ki?

Sorunun yanıtı, yukarıda bahsedilen iki büyük depremde gizlidir. Her ikisini de yakından hissetmesine rağmen küçük hasarlar dışında maddi bir kayıp yaşamamış; can kaybıysa hiç olmamış. Çünkü insanlığın tecrübesini rehber edinmiş. İlk hissemiz, konut olsun; ne demiş atalarımız?

Dere kenarına ev yapma sel alır.”

Atalarımızın sözü, tarihin imbiğinden süzülen tecrübenin özetidir.

Yalnız bizim köy mü?

O ayrıcalık yalnızca bizim köye ait değil; tarihi üç beş asır öncesine dayanan bütün yerleşim merkezleri, benzer tarzda konuşlanmış.

Ne zaman ki paranın temerküzü söz konusu olmuş; işte o zaman doğanın intikamı çok büyük olmuş. Kapitalizmin kâr hırsı da tuzu biberi olmuş bu sürecin.

İnsanlığın felaketlerle mücadelesinin de, bu tecrübenin ışığında gerçekleştiğini not edelim.

ÇOK MAL HARAMSIZ OLMAZ

Burada duralım ve bir atasözümüzü hatırlatarak devam edelim.

Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.”

Türkçe meali şudur:

Kim çok konuşuyorsa içinde yalan; kimin çok malı varsa içinde haram vardır.

Çok konuşan, “boğaz dokuz boğumdur” sözüyle uyarılır.

Çok mala gelince…

Seyrani’nin şu dörtlüğü ne güzel resmetmiş:

Dinle nasihatim ne diyom sana,

Bu da bir öğüttür zannetme çene,

Çalışmayla verse verirdi bana

Bu köşkü sarayı sana kim verdi?”

Seyrani’nin dile getirdiği soru önemlidir ve bugün yaşadığımız bütün bu olumsuzlukları deşifre edecek anahtar niteliğindedir.

Seyrani’nin sözü, muhtemel rehberliğini 12. yüzyılın önemli simalarından biri olan Ahi Evran’dan alır. Ahi Evran’ın, ahilik teşkilatının üyelerine cebinde 18 dirhemden fazla bulunmamasını öğütlediğini biliyoruz. Eldeki belgelere göre ahilerin kazancı ne kadar olursa olsun, kendisine ayırdığı miktar, 18 dirhemden fazla olamaz. Fazlası, kimsesizlerin ve gariplerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere Ahi teşkilatına bağışlanırdı. Kazancın gerisi halk içindir. Bu sistemin, sosyalizm adının henüz telaffuz dahi edilmediği bir çağda uygulandığını hatırlatırım.

O gelenek, ne yazık ki yaşatılamadı.

Kapitalizm çağındaysa sermayenin temerküzü, sınırlı sayıda insanı zenginleştirirken, milyonlarca insanı yoksulluk sarmalına itti. Mal – mülk sahibi olma dürtüsü, bireyciliği tetikledi; bireycilik de, kâr hırsını…

Felaket olarak adlandırdığımız depremler, halen sürmekte olan orman yangınları bu gözü dönmüşlüğün sonucudur. 17 Ağustos’ta veya 6 Şubat’ta, öncesinde ya da sonrasında karşılaştığımız yıkımların sorumluluğunu yalnız başına doğanın sırtına yüklemek, kabul edilemez.  Bu felaketler, aynı

zamanda ve daha çok da, daha fazla kâr elde etmek isteyen gözü doymaz sistemin kâr hırsının sonucudur.

BİR LOKMA BİR HIRKA NEYİMİZE YETMEZ?

İçinde bulunduğumuz hafta, sonsuzluğa gidişinin 754. Yıldönümü olarak andığımız Hacı Bektaş Veli’nin kucağında aslan ile ceylan yan yana oturur.

Nedir anlamı?

İki ayrı anlamı ifade eder bu tablo. Birincisi, her insanın içinde hem hırs ve bencillik vardır hem de diğerkamlık ve dayanışma…

Hünkâr, insanlığın hedefini, bu ikisi arasındaki “olmaz”ı, oldurmak olarak belirler.

İkinci anlamıysa “gerçekçi ol, imkansızı iste” olarak özetlenebilir. Hünkar ile simgelenen bu resmin Türkçe meali şudur ki “imkansız görünenin gerçekleşmesi mümkündür.”

Bunun izlerine, 12. Yüzyıl Anadolu’sunda rastlarız. Araya giren zaman, bu coğrafyayı kendi özünden uzaklaştırmış durumdadır. O nedenle her fırsatta dile getirdiğim üzere tarih, geleceğin aynasıdır; tutmasını bilene…

Aynayı tuttuğumuzda, karşımıza ahilere atfedilen şu söz çıkar:

İlim gökyüzündedir, kim onu indirecek? Veya yer altındadır, kim çıkaracak? Yahut dağların ötesindedir, kim onu getirebilir? Demeyin.”

Ne yapılmalı?

Yapılacak pek çok şey var.

Yapılacaklardan bir kısmını, Ahi Evran kitabımdan aktararak, bu yazıyı noktalayalım:

Yaşamak için mücadele etmenin ve bu uğurda emek vermenin iki yönü vardır. Birincisi insanın kendi ayakları üzerine durmasını sağlar. Kendi ayakları üzerine durmak, bir yanıyla gündelik hayatı sürdürebilmek açısından kıymetlidir; diğer yanıyla da her insanın ruh hali açısından önemli olan kişisel itibarını tahkim eder. Mücadelenin ve emek vermenin ikinci yönü ise ihtiyacı olanlar ile dayanışma gösterebilme mutluluğuna varmaktır. İhtiyacı olan insanların o ihtiyacını giderebilmek için mücadele etmek ve emek vermek, günümüz kapitalist sisteminde bulanıklaştırılan bir ideale dönüştürülmüş olsa da insan olmanın ön koşuludur.”

Burada durup, düşünelim; bir insan için giderilmesi zorunlu olan temel ihtiyaçlar nelerdir? Karnının tok, sırtının pek olması… Bunlar olursa insan, zihinsel kapasiteni de çalıştırır ve kendisini de, dolayısıyla içinde bulunduğu toplumu da geleceğe taşır.

Hünkâr Hacı Bektaş Veli, bunu “bir lokma, bir hırka” ile ifade eder. Anlamı şudur ki insanın karnı doyacak, üstü örtülecektir. Karnı doyan, üstü örtülen insanın hemen yanı başındakini düşünmesi, kendisi için istediğini, onun için de istemesi de, kötülükten, çıkarcılıktan arınmak demektir.

Arınarak, insan olunur çünkü.

İnsan olursak ne olur?

Kuralları, kâr hırsından gözü dönmüş müteahhitlerin belirlemediği bir düzeni inşa ederiz. İnsanlığın evrensel birikiminin belirlediği kuralların hüküm sürdüğü o düzende, 17 Ağustoslar, 6 Şubatlar gene olabilir ama bizi acılara gark etmez. Çünkü bilinen bir kuraldır ki “deprem öldürmez; ihmal öldürür”.

 

 

Devamını Oku

Sevr’den Dersler Çıkartmak

Sevr’den Dersler Çıkartmak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Altında ‘zat-ı şahane’nin imzası yok” deniyor ama 105 yıl önce 10 Ağustos’ta imzalanmıştı Sevr antlaşması. Yenilmiş Osmanlı’ya dayatılan şartların ağırlığı tartışılmazdı. O kadar ağırdı ki Damat Ferit dışında açıkça savunan yoktu o anlaşmayı. Hatta Padişah Vahdettin’in, “mecburi ve geçici imza taktiğiyle zaman kazanmak” için Meclis-i Mebusan’ı aldatma yoluna başvurduğu dahi ifade ediliyor.

Egemenler, çıkarları neyi gerektiriyorsa onu “iyi” olarak anlatırlar. Damat Ferit’in de, hem kamuoyuna dönük açıklamalarında hem de Meclis-i Mebusan üyelerine, ülkenin geleceğinin bu antlaşmanın imza altına alınmasına bağlı olduğunu anlattığı bilinir.

Sevr, esasında, bir teslimiyet belgesidir.

Fakat teslimiyet olduğu anlaşılmasın diye, konu, meclise geldiğinde, aleyhte konuşacakların sert bir biçimde susturulmuş; lehte konuşacaklara söz vermekle yetinilmişti.

Oylama sırasında evet için ayağa kalkılmasının yeterli olduğu belirtilmiş ve tam oylama sırasında Vahdettin’in dışarı çıkması sağlanarak, salondakilerin tümünün ayağa kalkması sağlanmış ve böylece meclisin tümünün antlaşmaya evet sonucunun çıkartılması sağlanmıştı.

Egemenler ve ezilenler var olduğu günden beri başvurulan “eski bir numaradır” bu. Her zaman bir senaryoları vardır egemenlerin ve kendileri belirler, yerini ve zamanını.

Bir büyük paylaşım savaşının son evresidir Sevr. İmzalanması, üstelik bunun Meclis-i Mebusan’a imzalatılması da, sanıldığından çok daha önemlidir. Zira aynı Meclis-i Mebusan, 28 Oca 1920’de, Misak-ı Milli’yi kabul edip, dosta düşmana duyurmuştu.

SAVAŞIN DİRENÇ NOKTASIDIR MİSAK-I MİLLİ

Misak-ı Milli ile kastedilen sınırlar, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihlerde Osmanlı devletinin hegemonyasının sürdüğü coğrafi sınırlardı. Sevr’i Meclis-i Mebusan’a imzalatmak suretiyle Misak-ı Milli’nin geçersiz olduğunu göstermek istemişlerdi.

Hep yazarım; hayatın gerçekleriyle uyuşmayan metinler, bizzat toplumsal mücadele tarafından ters yüz edilebilir. Tarih, bunun örnekleriyle doludur.

Misak-ı Milliyi geçersiz kılmak isteyen Sevr’in kendisini geçersiz hale getiren Kurtuluş savaşı sürecidir. Kurtuluş savaşının direnç noktasıysa Misak-ı Millidir.

Dört yıl süren Kurtuluş savaşının sonucunda Sevr ile birlikte savaşın mutlak mağlubu kabul edilen Osmanlı’nın Lozan ile birlikte “eşit ülke” Türkiye’ye dönüştüğünü görüyoruz.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, bağımsızlık vurgusudur.  O güne dek ‘zat-ı şahane’nin kulları muamelesi gören millet, ‘bila kayd-ı şart’ egemenlik hakkına sahip hale gelmişti.

Bir hakkın kazanılmış olması, o hakkın layıkıyla ve ilanihaye kullanıldığı anlamına gelmez. Bunun en çarpıcı kanıtı, Türkiye Cumhuriyet tarihidir. Pek çok toplumsal sınıf ve katmanın, süreç içinde nasıl dışlandığının tanığıdır bu tarih. Toplumsal hayata bakarak, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünün nasıl kullanılamaz hale getirildiğini görebiliriz.

Bununla birlikte “peyk” olmak ile kağıt üzerinde de olsa “bağımsız” olmak arasındaki fark büyüktür. Sevr, Anadolu coğrafyasını emperyalist devletler için peyk haline getirmenin senaryosu; Lozan ise peyk olmanın reddidir.

BAĞIMSIZLIK İLE MANDACILIK ARASINDAKİ FARK…

Küresel güçlerin amacı, pazara ulaşmaktır. Pazara ulaşmak, bazen açık işgal yöntemiyle bazen de doğrudan sermaye ihracıyla gerçekleşir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ile Lozan’da bir masanın etrafına oturulmasından öncesi de manidardır.

Manidarlık şu ki küresel güçler, uygulanamaz olduğunu gördüklerinde Sevr’de ısrar etmemişler; o andan itibaren “bağımsızlık ile manda”nın çelişmediği tezi işleyerek, kuvayi milliyecileri ikna etmenin yollarını aramışlardı.

Nazım, o günleri şöyle dizeleştirir, Kurtuluş Savaşı Destanında:

“Bu zevata :

‘İstiklalimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!’

denildi.

Fakat ayak diredi efendiler:

‘Mandanın, istiklali ihlal etmeyeceği muhakkak iken,’

dediler,

‘Herhalde bir muzaherete muhtacız diyorum ben,’

dediler,

‘Hem zaten,’

dediler,

‘birbirine mani şeyler değildir’

istiklal ile manda.

Ve esasen,’

dediler,

‘müstakil kalamayız böyle bir zamanda.

Memleket harap,

toprak çorak,

borcumuz 500 milyon,

varidat ise 1.5 milyon ancak.”

“Ya İstiklal Ya Ölüm” sloganı, bu tartışmaların sonucunda bayraklaştı ve geldik bugüne…

Her Sevr tartışması, doğal olarak, Lozan’ı da hatırlatan bir süreçtir. Denilmektedir ki “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir denilmiş olsa da gerçek hayatta bir grup oligark ile sınırlanmıştır bu alan”.

Kapıdan kovulanların sermayeleri aracılığıyla elini kolunu sallayarak bu coğrafyanın en ücra noktasına ulaştıkları doğrudur. Hükümranlık alanını genişletme uğraşı vermeyen sermayenin küreselleşme şansı yoktur çünkü.

Hal böyleyken, “Türkiye’nin bağımsızlığı vurgusu fazla safiyane değil mi?” sorusu sorulabilir.

Bununla birlikte “istiklal” süreci, sabit bir süreç değil; sürekliliği olan hareketli bir süreçtir. Toplumsal hayatın dinamikliği göz önüne alındığında, mücadelenin ulaştığı nokta, bitiş değil, başlangıç kabul edilmelidir. Mücadele süreklilik ister çünkü.

ÖRGÜTLÜ GÜÇ YENİLMEZ

Gözle görünür olduğu için açık işgale karşı mücadele konusunda halkın ikna edilmesi daha kolay olabilir ama sermaye aracılığıyla iktidarın devşirilmesi, öyle kolay bir biçimde kitlelere anlatılıp ikna edilebilecek bir durum değildir. Hele hele iktidarı tahkim eden onlarca idelojik hegemonya aracı mevcut iken gerçeği resmetmek, alabildiğine zordur.

Sevr, bir kırılma noktasıdır. Lozan, bu kırılmanın karşısına çıkan iradenin ismidir. Elbette Sevr’i savunanlar, “keşke Yunan kazansaydı” diyenler olacaktır. Çünkü mücadele karşılıklı süren toplumsal bir savaştır ve kazananı olduğu gibi kaybedeni de olacaktır. Tarihin o anında işgalci emperyalist güçler, o ana kadar aldıklarıyla yetinip, Sevr’den vazgeçmişler ve belki de sonrasında sermayeleri yoluyla yatak odamıza kadar girebilmişlerdi.

Kıssadan hisse şudur:

Tarih, dinamik bir süreçtir. Sevr’e itiraz etmek doğamızda var. Lozan, Sevr’e itirazın sonucudur. Bununla birlikte Lozan’ı olduğu yerde bırakmak, tarihi bir yanılgının ve bu yanılgının doğal sonucu olarak yenilginin baş müsebbibi olmakla eş anlamlıdır. O halde bu iki tarihi vakayı ve benzerlerini sadece yıldönümlerinde hatırlamak değildir yurtseverlik…

Yurtsever olmak, birini lanetleyip, diğerini yüceltmek de değildir; her ikisinden dersler çıkartıp, geleceğe ışık tutulmasını sağlamaktır.

Çıkartılacak temel ders, mücadelenin sürekliliği ve her koşulda örgütlü olmaktır. Örgütlü güç, yenilmez çünkü…

Devamını Oku

Dalokay’dan Ders Almak

Dalokay’dan Ders Almak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Önceki hafta, iktidarın kaynağından kesinti yapması nedeniyle işçilerine maaş ödeyemeyen dönemin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın açlık grevine gidişinin ellinci yıldönümü idi.
O yazımda da bahsetmiştim; Dalokay, belediyeleri, “kentin anası” olarak tanımlar.
Tanımın nereden kaynaklandığına gelince…
İlkokul öğrencileri, ziyaretine gelmiş Vedat Dalokay’ın.
“Belediye ne iş yapar” diye sormuş kız öğrencilerden biri.
“Sizin evde kim erken kalkar?” diye sorarak, soruyla yanıt vermiş Dalokay.
“Annem” demiş küçük kız.
“Peki” demiş, Dalokay; “kahvaltıyı kim hazırlar, seni kim giydirir, evi kim süpürür, evin her bir eksiğini kim fark eder; kim giderir o eksikleri?”
“Annem” demiş küçük kız.
“Belediye de anneler gibidir” demiş Dalokay; “yolları yapar, sokakları süpürür, evinize kadar su getirir. Yani annen evde ne yaparsa, Belediye de kent de onu yapar.”
Küçük kız, bütün saflığıyla özetlemiş:
“Yani siz Ankara’nın annesi misiniz?”
KENTİN ANASININ ELİ KOLU BAĞLANIRSA…
Dalokay, o ünlü, “belediye başkanı kentin anasıdır” sözünü orada söylemiş.
Bu kadarı bizim toplumsal ruh halimizi anlatmaya yetmez; Dalokay da farkında ki çocuklara devamını anlatmış:
“Ama bir devlet baba vardır ki, bu anayı ağlatır, Onun cebine harçlık vermez, ona en ufacık yardım elini uzatmaz, Aynen zalim bir Anadolu erkeği gibi evine bakmaz. Bu ana da, iki eli böğründe, yavrularına, hizmet edememenin sıkıntısı içinde üzülür durur. Bu nedenle devlet babaya sesleniyorum ve o ananını ağzından şikayette bulunuyorum. O zalim baba tavrını bıraksın. Gerçekten evin işini gören annenin yardımına koşsun.”
Dalokay’ın çağrısına uymuş mu “devlet baba”?
Uymadığını görüyoruz.
Günün kültürel iklimi içinde anneyi evde tanımlamış Dalokay ama zarfa değil mazrufa odaklanırsak, görmüş oluruz ki sistem, evrensel kurallara değil; kişisel ve dolayısıyla politik çıkarlara öncelik verir bir hale gelmiş.
O günden bugüne çok şey de değişmemiş; değişiklik varsa da toplumun aleyhine, para babalarının ve kamunun gücünü elinde tutup, o gücü kamunun çıkarlarına aykırı kullananların lehine olmuş.
Örneğin ihale yasası, yüzlerce kez değişmiş; istedikleri kişi o ihaleleri alabilsin diye. Belediye başkanlarının başına musallat olan Aziz İhsan Aktaş’ı örnek verelim.
Herkesin konuştuğu bir isme dönüşmeden önce Diyarbakır’da bir mahalle mektebinde kantincilik yapan Aziz İhsan Aktaş, kamunun açtığı bu yoldan yürüyerek, bugün belediyelere yönelik operasyonların anahtarı olmuş.
“Yürü” demişler ona, da “yürümüş”…
Toplam 17 şirket kurmuş olması ve son bu şirketleri aracılığıyla 15 yılda 594 ihale almış olması, kamunun gücünü elinde bulunduranların bu gücü kişisel ve politik çıkarları için kullanmak istemelerinin sonucudur bu…
EVRENSEL KURALLAR İHLAL EDİLİRSE…
Bütün dünyada geçerli evrensel ihale kuralları benimsenmiş olsa bunlar olabilir miydi?
Elbette olamazdı…
Aziz İhsan Aktaş bir simgedir; öyleleri var ve o kadar çoklar ki artık şaşırmıyoruz. Kanıksattılar bütün topluma ve görünen o ki memleketin “öne çıkanları”nın, insanlığın evrensel birikimini ellerinin tersiyle itmeler, rutinine dönüşmüş.
Kuralsızlığın, kural halini almış olması yetmezmiş gibi her alana sirayet etmesine de teslim olmuşuz. Biz de, toplum olarak, “gemisini kurtaran kaptan” gibi saçma sapan sözlerle çanak tutuyoruz olup biten sahteliklere.
Gündemimiz diploma…
Biz “birine” itiraz ederken, biraz zorlamayla “iki” yapmışlardı; kısasa kısa yani…
Şimdi öğreniyoruz ki yüzlercesi varmış.
Neler yapmışlar, neler!
Bizim çocuklarımız, kazanılması zor bölümlere girmek; o bölümlerin zor derslerini verebilmek için alınları çatlarken, düzenlerini kuran sahtekarlar, isteyene diploma verip, isteyene “kariyer kapısı” açıyorlarmış.
Tamam, anladık, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” rejimi fırsatlar rejimi de, bu kadar sahtekarlık vahşi kapitalizm için bile fazla değil mi?
Bu “her şeye sahip olma hırsı”nın nedeninin, vahşi kapitalizm olduğunu tekrarlamama gerek var mı? Biliriz ki “kapitalizm, gölgesinden yararlanamadığı ağacı keser”.
ADALET YOKSA…
Azıcık insanileşen ve “komşusu açken tok olmayı” içine sindiremeyen belediyelerin boğazına binmek de, ormanların yanmasına kapı aralamak da, kamusal hizmetlerin daha rahat yürümesini sağlamak için yapılan ihaleleri yandaşların almasını sağlamak da, sahte diplomalarla hak edenin önüne geçip vicdanları kanatmak da bencilliğin, hırsın, gözü dönmüşlüğün dışa vurumu.
İnsanlık, var olduğundan beri bencilliğe karşı diğerkâmlığı, bireyci hırsa karşı toplumsal dayanışmayı var etmek için çabalarken nasıl oluyor da sahtekarlık kendisini var edebiliyor?
Nedeni adaletsizliktir. Birine yapılan haksızlığa sesimizi çıkarmadığımız an başlayan bu süreç, zamanla bütün toplumu esir alır; özgürlükleri kısıtlar ve sesini çıkartanı şeytanlaştırır.
Dalokay’ın bundan 50 yıl önce dikkat çekmek istediği budur. Yasaları demokratik, yönetsel süreçleri katılımcı, harcamaları şeffaf ve kamu yöneticilerini halkın hizmetçisi haline getirecek bir sistem kuramıyorsanız sahtekarlıkla karşılaşmanız işten bile değildir.
O halde soru şudur; sahtekârlığın, iki yüzlülüğün, vicdansızlığın karşısına çıkacak umudumuz yok mu?
Elbette var!
98 yıl önce bugün(4 Ağustos) doğan Turgut Uyar şöyle dizeleştirmiş bu umudumuzu:
“oysa son provasını yapıyoruz bir büyük destanın
sonsuz bir biçim olacak o herkes katılınca”

Devamını Oku

Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür, Bir Orman Gibi Kardeşcesine…

Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür, Bir Orman Gibi Kardeşcesine…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ateş, Kürtler ve Türklerin kesişme noktasını simgeliyor. Türkler Ergenekon’dan çıkarken, Kürtler, Demirci Kawa’nın çıkardığı isyan sırasında haberleşmek için ateşi kullanırlar. Nevruz da, ateş yakmak ve o ateşin üstünden atlamak da bu iki halkın kurtuluşa ulaşma umudunu anlatır.

Bu açıdan bakıldığında, PKK’nın üst düzey yetkililerinin de bulunduğu bir törende silahların yakılmasının simgesel bir anlamı var.

Tören sorunsuz bitip, özellikle Kürtlerin yaşadığı coğrafyada sevinçle karşılanınca Devlet Bahçeli, “bir Kürt bir de Alevi cumhurbaşkanı yardımcısı olsun” önerisinde bulundu.

Kürtlerin ve Alevilerin kamu yönetiminde daha fazla yer tutması gerekçesiyle açıklanan öneri, çok su götürür ve muhtemelen küresel bir senaryo ile karşı karşıyayız.

Öneri, kamuoyuyla paylaşılınca ister istemez bir “Lübnanlaşma” tartışması yaşandı.

NE DEMEK LÜBNANLAŞMA?

Uluslararası politikada bu kavram, aşağılayıcı bir süreci anlatır.

Ne olmuştu Lübnan’da?

On yedi etno dini topluluğun temsilcisi konumundaki Hıristiyan ve Müslüman siyasetçilerin bir metin üzerinde anlaşması sonucu 1943’de kurulmuştu Lübnan.

İktidar, din temelli olarak pay edilmişti ve pay etme süreci, bir süre sonra siyasi bir çözümsüzlüğe ve iç savaşa yol açmıştı.

Türkiye’nin etnik yahut inanç temelli bir biçimde yönetilmesi önerisi, ne kadar “iyi niyetli” olursa olsun, terimi ilk kullananın Şimon Peres olduğu göz önüne alınırsa gösterilen tepkilerin ve dile getirilen kaygıların o kadar da haksız olmadığı açıktır.

Öte yandan “dışarı”nın etkisini göz ardı etmeden söylemek gerekir ki Türkiye, hakikaten Ortodoks bir siyasal İslamcı anlayışla yönetilmektedir. Her ne kadar anayasada, “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” şeklinde yazıyor olsa da, hayat kâğıt üzerinde yazıldığı gibi sürmüyor.

Anayasanın değişmez maddelerinden biri olan “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” görüşü, kâğıt üzerindedir. Denir ki “devlet A4’e bakar”; fiiliyatta ise, “Sünni, Türk ve erkek egemen” bir yönetsel modelle karşı karşıyayız. Siyasal İslamcı anlayış, başta Aleviler olmak üzere kendi dini anlayışından farklı inanç yorumlarını yönetsel sürecin dışına ittiği gibi Türkiye’nin kamu yönetimi sistemine demokrasiden uzaklaştırmış bulunuyor.

Nedir çare?

Anayasada yazıldığı üzere cumhuriyet demokratikleştirmek mi? Yoksa sistemin kılına dahi dokunmadan, farklı dini ve etnik gruplara kamu yönetimi mekanizmasında pozisyon vermek midir?

Genel kanaat şudur ki Kürtler, Kürtlüklerini inkar ettikleri sürece kamu yönetiminde pozisyon tutabiliyorlar; aleviler ise ağızlarıyla kuş tutsa dahi kamudaki hiçbir kritik göreve getirilmiyorlar. Hatta yazılı sınavlarda ne kadar yüksek not alırlarsa alsınlar, herhangi bir kamu kurumunda işe girmelerinin dahi giderek zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz.

LİYAKAT YOKSA KAMU YÖNETİMİ ÇÖKER

Bir sorun olduğu muhakkak ama çözüm, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı görevini etnisite ve inanç temelli dağıtmak mıdır?

Demokrasi varsa inançları ve etnisiteleri farklı gruplara kadro dağıtılmaz. Çünkü demokrasi, herkesin, hiçbir baskıya uğramadan, kendisini ifade etmesinin, inancını yahut inançsızlığını yaşamasını sağlar. Bu sürecin güvencesinin de laiklik olması gerekir. Özgürlükçü bir laiklik varsa, kamu yönetiminde görev almanın tek ve zorunlu koşulu, liyakattır.

Cumhuriyet, özgürlük, eşitlik, adalet, laiklik, hoşgörü kültürü ve temel hakları barındıran bir sistemdir. Hal böyleyken var olan cumhuriyetin demokratik olmasını talep etmek yetmez mi? Neden ayrıca bir laiklik vurgusuna ihtiyaç olduğu sorusuyla karşılaşıyoruz.

Hatta deniyor ki “anayasada var olan laikliğe laiklik denmez; her iktidar, toplumun dini inancını kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Dolayısıyla laikliğin bizi getirdiği nokta sorunludur. Bizim talebimiz demokratik cumhuriyet olmalı ve cumhuriyet demokratikse laikliğe özel vurgu gerekmez.”

Başta Aleviler olmak üzere “az olan inançların”, Osmanlı tarihi boyunca “ölümü görüp”, Türkiye Cumhuriyeti uygulamaları nedeniyle “sıtmaya razı olmak” durumunda kalmaları, laikliği gereksiz kılmaz. Tam tersine laiklikle ifade edilen alan çok özel bir alandır.

Çünkü bu, “demokrasi varsa kadın hakları da vardır; dolayısıyla kadınların hak talebinde bulunmasına gerek yoktur” gibi saçma bir sonuca da ulaştırır bizi.

Esas mesele, herkesin kendi talebini dile getirmesi ve başkasının talebine hoşgörüyle yaklaşıyor olabilmesidir. Kadınlar hak eşitliği talebini, farklı etnisiteler dil ve kültürlerinin korunup geliştirilmesi talebini yükseltirken, inanç alanında “az” konumunda olanların laikliğe vurgu yapması kıymetlidir. Benimsenip yükseltilmelidir.

EVRENSEL LAİKLİK, BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLERİN GÜVENCESİDİR

Öte yandan laiklik, din ile ilişkili bir kavram olmakla birlikte inanç özgürlüğünün ötesinde bir anlam içerir. İnanç özgürlüğünün ötesi, inanmama ile birlikte düşünce ve ifade özgürlüğünü de kapsar. Hakaret ve aşağılamaya varmadığı sürece eleştiri hakkının da güvencesidir. Bu anlamıyla laiklik, farklı din ve inançların ortak kesişme noktasıdır. Evrensel laikliğin açık anlamı da, kamu yönetiminin herkese eşit uzaklıkta olmasıdır. Bir başka ifadeyle herkesin kendisini var etmenin güvencesidir laiklik.

Yapılması gereken şey, özgürlükçü laik karakterini öne çıkartmak, böylece inançlar, milliyetler ve cinsiyetler çerçevesinde herkesi birbirine eşitlemiş olmaktır. Söz konusu olan çok yalın ama çok yaşamsal bir ihtiyaçtır.

Devlet, bütün inançlara, bütün etnisitelere eşit uzaklıkta duracak.

Laiklik, gerçek içeriğiyle uygulanabilirse yalnızca Aleviler, Kürtler ve kadınlar değil; ihtiyacı yokmuş gibi görünen “Sünni, Türk ve erkek” toplulukların da özgürleşeceği muhakkaktır.  İşte o zaman Cumhurbaşkanının da yardımcılarının da, kamudaki bütün kritik görevlere yapılacak atamaların da, taliplilerin dinine, milliyetine, cinsiyetine değil, liyakatine bakılarak karar verilir.

Ne diyor Nazım?

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim . . . “

Devamını Oku

Güle Güle Altan Abi

Güle Güle Altan Abi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Güle güle Altan Abi

Şah İsmail’in, bir kurultay sonucu Şah ilan edildiği topraklara ulaşmak üzereyken geldi Altan Öymen’in sonsuzluğa göçtüğü haberi.

O an yüreğimin orta yerine, o iklimin bir başka güzel insanı Cemal Süreya’nın şu dizeleri gelip oturdu:

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

 

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

 

Ama ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

 

Üstü kalsın…”

93 yaşında, “çoklu organ yetmezliği” ile mücadele ederken vedalaşmıştı bizimle. Bir yanıyla hastalığıyla uğraşırken, öte yandan Cumhuriyetin demokratik kimliğinden uzaklaştırılmasını engellemek için CHP’nin birlik ve beraberliğini korumak gerektiğini savunan bir isimdi.

Hasta yatağındayken dahi, gözü kulağı, Türkiye’nin içine çekilmek istendiği Ortadoğu bataklığına karşı sesini çıkartacak olanlardan gelecek sesteydi.

HAYATI, TOTALİTERLERLİĞE KARŞI MÜCADELE İLE GEÇTİ

Küresel güçler de bunun farkında olacaklar ki o seslerin dalga dalga gelip birleşeceği “muhalefetin amiral gemisi” konumundaki CHP’yi etkisiz hale getirme hamlesini başlatmışlardı. Zira Ortadoğu’nun yeni baştan şekil alabilmesi için Türkiye’nin yeni bir dizaynına; Türkiye’nin sorunsuz bir biçimde dizayn edilebilmesiyse CHP’nin etkisizleştirilmesine bağlı olduğu açıktı.

Toplumsal dinamizm, her zaman kâğıt üzerindeki senaryolara uymaz; hatta çoğu zaman küresel güçlerin karar odalarında yazılıp çizilen senaryoları alt üst eder.

Ortadoğu’nun İran’ı da kapsayacak bir biçimde yeniden şekillendirilmesi için “BOP eş başkanlığı”nın Türkiye’ye verilmesiyle halledilebileceklerini düşündükleri sürecin karşısına halkın sessiz sedasız büyüyen muhalefeti çıkması da böyle bir tarihsel izdüşümün sonucudur.

Tarih tanıktır ki her muhalefet, kendi simgesini kahramanlaştırır. Rastlantı mıdır, bilinmez ama tarihin bu dönemecinde o simge isimlerin hemen hepsinin de CHP’de toplandığını görüyoruz. Öte yandan gene tarih tanıktır ki küresel güçler, tıpkı Çanakkale’de toplarıyla giremedikleri bu coğrafyaya ellerini kollarını sallayarak İstanbul Boğazına girmeleri örneğinde olduğu gibi senaryoları gerçekleşmediğinde evlerine geri dönmüyorlar. Ele geçirebilmek, bölge halklarını iliğine kadar sömürebilmek için hayatın karşılarına çıkardığı engelleri aşacak yeni senaryolar ve yeni hamleler yapmaktan bir an bile tereddüt etmediklerini biliyoruz.

Hayat mücadele demektir; toplumsal hayat, toplumsal mücadelenin dinamiğini de içinde barındırır. Küresel güçlerin planı varsa bağımsızlığın da bir iradesi vardır. Boşuna mı demiş Dadaloğlu; “ferman padişahın dağlar bizimdir” diye.

Dağları bizim yapan” o mücadele geleneğidir; 1800’lü yıllarda attığı somut adımlarını, 1920’lerde gerçeğe dönüştürerek bugünkü Türkiye’nin temellerini atmıştı. Bugünkü mücadele ise o adımları önemli bulup, daha da pekiştirmek isteyenlerle o adımları bir türlü sindiremeyenler arasında kıyasıya sürüyor.

HAYATI, TÜRKİYE’Yİ CENNET YAPABİLMEK İÇİN MÜCADELE İLE GEÇTİ

Sürdürenlerin ortak özelliği, ortak bir sevdaları olmasıdır.

Ahmed Arif’in şiirleştirdiği de bu sevdadır:

“Vay kurban…   “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”   Yiğitlik, sen cehennem olsan bile   Fedayı kabul etmektir,   Cennet yapabilmek için seni,   Yoksul ve namuslu halka.   Bu’dur ol hikayet,   Ol kara sevda.”

 

İki yüzyılı aşkındır yürütülen demokratikleşme mücadelesinin esbabı mucibesi de budur!

Elbette “güllük, gülistanlık” da değildir bu yol ve o yolda yürürken tarih her zaman kitlelere kendileri için çimento görevi görebilecek bir özne bulmalarını şart koşar.

Kitleler, kendilerince buldular o özneleri; kimisi Yavaş dedi; kimisi İmamoğlu…

Ve fakat, iktidarın derdi, İstanbul’u ele geçirmekti. Bunun için de toplumun en hassas olduğu konu olan yolsuzluk ve rüşveti bahane ederek İmamoğlu’na operasyon yaptı.

Hep söyleriz; varsa bir sorun, adil bir yargılanma hakkıyla sonuca varılması sağlanabilirdi. Ancak Türkiye’nin, “vur deyince öldüren” bir geleneğe sahip olduğunu biliyoruz. Hepimiz biliyoruz ki dün okuduğu şiir nedeniyle Erdoğan’ı cezalandıran “kafa”, bugün de İmamoğlu’nu “ahmak” dedi diye cezalandırarak, mevcut düzenin sürüp gitmesini istiyor.

Tarihsel, toplumsal ve güncel süreçlerin o “kafa”nın hesapladığı gibi işlemediğine de tanıktır bu ülke. Şiir okuyan Erdoğan’ın geldiği yere bakarak, geleceğin nasıl şekilleneceğini görebiliriz.

Dün küresel güçlerin de desteğiyle Erdoğan’ın çevresinde sessiz sedasız bir biçimde toplanan muhalefet, bugün, kendiliğinden bir biçimde CHP’nin etrafında toplanıyor. İmamoğlu’nu elemine etmek için başlayan sürecin pek çok belediye başkanının tutuklanmasına kadar uzamış olması, tarihin tekerleğini bir miktar aksatabilir ama durdurmaya yetmez.

Farkındayım; operasyonun konusu, AKP’nin iktidarı süresince en hâkim olduğu alan olabilir. Bu nedenle hakikat ile tezviratın karıştığı bir ortama da sürüklenmiş olabiliriz.

Aydının görevi, gerçeğin peşinden gitmektir.

HAYATI, HALKIN HABER ALMA HAKKI İÇİN MÜCADELE İLE GEÇTİ

Hayatını o gerçeği halka ulaştırmakla geçirdi Altan Öymen.

Hastalıkla mücadele ederken bir yandan küresel güçlerin güncel dayatmalarına karşı dik durmak lazım geldiğini dile getirirken, diğer yandan mücadelenin tarihini de hatırlatan bir duruşu vardı.

Onu en son, 7 Mayıs günü, Cebeci Asri Mezarlığında, babası Hıfzırrahman Raşit Öymen’in mezarının başında görmüştüm.  Ayakta zor dururken bile geleceğe ışık tutacak bir tarihi hatırlatmakta geri durmamıştı.

Cumhuriyet tarihinin ve Türkiye’nin med cezirlerinin doğrudan tanık olmuş bir aileden geliyor. O ailenin tarihi, aynı zamanda, Türkiye’nin siyasal tarihini de özetliyor. O tarih bize gösteriyor ki otoriter bir iktidar kurabilmek için muhalefeti sindirmek; muhalefeti sindirebilmek için de öncelikle halkın haber alma hakkını kuşa çevirmek, neredeyse bir iktidar refleksi.

Çarpıcı bir anekdotla bitirelim bu yazıyı.

Aydınlanma mücadelesinin neferlerinden biri olan Altan Öymen’in babası Hıfzırrahman Raşit Öymen’e sormuşlar:

“Yazdığı yazılar nedeniyle oğlunuz Örsan Öymen tutuklanacak, ne dersiniz?”

Yanıtı şu olmuş:

“Onu tutuklarlarsa Altan yazar, Altan’ı da tutuklarlarsa ben yazarım, beni de tutuklarlarsa bu ayıp onlara yeter”.

Bu sözler, bugün yaşadıklarımızın özetidir. Görüyoruz ki ilk kez yaşanmamış, dün de öyleymiş, bugün de öyle…

Son kez yaşanmasının yolu, demokratik, laik ve özgürlükçü bir Türkiye inşa etmekle mümkün olacak.

Güle güle Altan Abi…

Gözün arkada kalmasın; halkın haber alma hakkı için sahip çıktığın ilkeler, Türkiye’nin demokratik, katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir bir iktidara sahip olması için verdiğin mücadele sürecek, su akıp yatağını bulacak.

Devamını Oku