41,3072$% 0,23
48,7673€% 0,44
56,3430£% 0,24
4.998,87%1,39
8.136,00%0,50
3.695,01%0,44
11.082,32%0,75
฿%
$%
20 Ağustos 2025 Çarşamba
Bir zincirleme yıkım senaryosu: Türkiye
Deprem Yalnızca Binalarda Hasar Bırakmadı; Depremler Ahlaki Değerlerimizi De Derinden Sarstı
Kerbelâ'nın yüzlerce yıllık yası: Muharrem ayı
MUHALEFET SANDIĞIN GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMAYA HAZIR MI?
Umut Yılmaz’a Suç Duyurusu Şoku! Öztürkmen, Asfalt İhalesini Yargıya Taşıyor
Koruma Kararıyla, Raporlarla, İhmallerle Ölüme Giden Yol
Ezgi Apartmanı 6 Şubat’ta yıkıldı. 35 kişi hayatını kaybetti. Sorumlular kaçtı. Mahkeme 5 duruşmadır kırmızı bülten çıkarmıyor. Peki neden? Çünkü sanık avukatı şöyle dedi:
“Kırmızı bültenin devlete maliyetini biliyor musunuz?”
Bu cümleyi unutmayın.
Hikâyeyi baştan anlatayım:
Kahramanmaraş’ın Onikişubat ilçesinde yer alan Ezgi Apartmanı, 6 Şubat 2023’teki ilk depremde yıkıldı. Betonun altından 35 insanın cansız bedeni çıkarıldı. Biri henüz 6 aylık bir bebekti. Adı Asude. Annesi ve babasıyla birlikte öldü. Üç kişilik bir aile tek bir mezara gömüldü.
O gün bugündür adalet arayanlardan biri, Nurgül Göksu. Oğlu, gelini ve torununu kaybettiği apartmanın enkazından geriye yalnızca acı ve mücadele kaldı. Göksu, her duruşmada aynı talebi yineliyor: “Firariler için kırmızı bülten çıkarılsın.”
Ama olmuyor.
Ol(a)muyor.
Mahkeme, 5 ayrı duruşmada bu talebi reddetti.
Oysa Emniyet artık açıkça yazıyor: Ezgi Apartmanı’nın altındaki pastanenin sahipleri olan sanıklar Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel’in yurt dışında oldukları değerlendiriliyor. Talep edilirse kırmızı bülten çıkarılabileceği de belirtiliyor. Yani top artık mahkemede.
Ancak sürecin hukuki boyutundan daha çarpıcı olan bir diğer boyutu var: Sanıkların avukatı Ersan Şen’in bu talepler karşısında mahkemeye hitaben söylediği şu cümle:
“Kırmızı bültenin devlete maliyetini biliyor musunuz?”
Bu ülkede 35 kişi ölmüş. Sorumlular firari. Adalet yerini bulsun diye kırmızı bülten talep ediliyor. Ve karşılığında, maliyet soruluyor.
Sayın Şen’e sormak gerek:
Adaletin fiyatı mı var?
35 hayatın bedeli, kırmızı bültenin kalem kalem dökümünden mi ibaret?
Kamuoyunun bildiği bir gerçek var: Firari sanıkların yurt dışında ticari faaliyetleri sürüyor. Hatta Emniyet’in tespitlerine göre, kaçtıkları değerlendirilen ülkelerle doğrudan bağları da var. Yani kaçış planlı, sistemli ve organize.
Ve şimdi, sanıklardan biri daha firar etti. Dosyanın tek tutuklu sanığı olan iç mimar da ortadan kayboldu. Nurgül Göksu, onun da diğer iki sanıkla birlikte yurtdışına kaçmış olabileceğini düşünüyor. Bir kırmızı bülten daha istiyor. Geç kalınmadan, göz göre göre bir firar daha yaşanmadan…
Mahkemeler geç kalmasın. Çünkü geç kalan her karar, adaleti geciktirmenin ötesinde, acıyı katmerliyor.
Bir annenin mezar başında ettiği dualar devlete fatura olmaz.
Ama adaletsizlik, her ülkeye çok ağır bir bedel olarak döner.
Ve bazı bedellerin karşılığı, hiçbir para birimiyle ödenemez.
Evet, herkes savunulmayı hak eder. Elbette savunma kutsaldır. Ama hukukun da bir vicdan terazisi vardır. Ve o terazi bazen, cübbeden önce konuşur. Çünkü bu ülkede kırmızı bültenin maliyetinden önce hesap sorulacak çok daha büyük bir bedel var: ihmallerin, görmezden gelmelerin, sorumluluktan kaçmaların bedeli.
Türkiye siyaseti yeniden “barış süreci” makyajlı bir senaryoyla karşı karşıya. Meclis’te kurulan “Barış Süreci Araştırma Komisyonu”, AKP’nin yıllardır başvurduğu klasik bir taktiğin yeni perdesi: Kendini çözümün merkezi gibi göstererek hem meşruiyet kazanmak hem de muhalefeti kendi oyun alanına çekmek. Bu masa, halkın taleplerine kulak veren, şeffaf ve adil bir çözüm süreci için değil; iktidarın yeni bir siyasi mühendislik projesi için kuruldu. Ve ne yazık ki CHP, bu masaya oturarak bu oyunun parçası olmayı kabul etti.
O Masa CHP’nin Masası Değil
AKP bir kez daha “barış” söylemini kendi meşruiyetini tahkim etmek için kullanıyor. Bugün Meclis’te kurulan “Barış Süreci Araştırma Komisyonu” tam da bu amaca hizmet eden bir araç. Bu oyuna figüran olarak dahil olmak ise ana muhalefetin değil, iktidarın taşeronlarının işidir.
CHP’nin bu komisyona katılması sadece siyaseten değil, ilkesel olarak da vahim bir hatadır. Muhalefetin çözüm süreçlerine katkısı elbette değerlidir; ancak bu katkı, iktidarın çizdiği sınırlar içinde değil, kendi ilkeleri, kendi zemini üzerinden olmalıdır. Özgür Özel liderliğindeki CHP, ne yazık ki bu hamlesiyle, geçmişte defalarca istismar edilmiş bir sürece meşruiyet sağlamıştır. Oysa bu millet, barış adı altında silahların gölgesinde yürütülen gizli pazarlıkları, Habur rezaletini, Oslo’yu, Dolmabahçe mutabakatını unutmadı. Çözüm süreci bu ülkeye barış değil; güvensizlik, çürüme ve kandırılmışlık duygusu getirdi. Bugün yeniden sahnelenmek istenen bu “barış tiyatrosu”, geçmişin bir tekrarından ibarettir.
CHP’nin görevi, bu senaryoya rol kapmak değil; perdenin arkasındaki gerçekleri ifşa etmektir. Özgür Özel’in “masada olmalıyız” savunusu, muhalefet refleksini yitirmiş bir anlayışın dışavurumudur. Masada olmak her zaman güç göstergesi değildir. Bazen de teslimiyetin, onaysızlığın, yönsüzlüğün ifadesidir. Hele ki o masa halktan, hukuktan, eşitlikten, şeffaflıktan uzaksa.
Eğer CHP bu ülkeye gerçek bir barış getirmek istiyorsa, önce kendi ilkelerine sadık kalmalıdır. Çünkü barış, komisyonlarla değil; adaletle, eşit yurttaşlıkla, hukukla gelir. CHP’nin yapması gereken, AKP’nin senaryolarına figüranlık yapmak değil; halkın gerçek ihtiyaçlarına cevap verecek samimi ve kalıcı bir siyaset.
MHP: Sessizliğin Konforu
Komisyon kurulurken MHP’nin sergilediği sessizlik dikkat çekici. Geçmişte “çözüm süreci ihanettir” diye meydan okuyan Devlet Bahçeli, bugün Erdoğan’la aynı ittifakta yer almanın rahatlığıyla sessizliğe gömüldü. Oysa AKP bu süreçle bir kez daha Kürt seçmenine göz dikmiş durumda. MHP ise milliyetçi tabanını oyalamayı sürdürüyor. Sessiz ortaklık, bazen açık rızadan daha tehlikelidir.
DEM Parti: Meşruiyet Açlığı mı, Stratejik Hata mı?
Barış denince akla gelen ilk adres olan DEM Parti, komisyona destek vererek siyasi alanını yeniden inşa etmeye çalışıyor. Ancak bu komisyonun gerçek bir çözüm üretmeyeceği ortadayken, bu pozisyon iktidarın insafına teslimiyet olarak da okunabilir. Bu iş birliği, Kürt seçmen gözünde ne kadar meşru olur, o da tartışmalıdır.
Sol Parti ve TİP: İlkesel Doğruluk, Sınırlı Etki
Sosyalist solun güçlü aktörleri, özellikle Sol Parti ve TİP, bu süreci iktidarın yeni bir meşruiyet arayışı olarak değerlendiriyor. Onlara göre bu masa, halkların barışını değil, Saray’ın seçim hesaplarını temsil ediyor. Net ve ilkeli bir duruş bu, ancak toplumda karşılık bulmakta hâlâ zorlanıyor.
İYİ Parti: Net ve İlkesel Bir Red
Komisyona katılmak sadece siyasi bir tutum değil; aynı zamanda taraf olmaktır. Bu nedenle İYİ Parti’nin tavrı dikkat çekici: Ne CHP gibi sürece dahil oldu, ne DEM Parti gibi sahiplendi, ne de MHP gibi sessiz kaldı. Aksine, “Bu oyunun parçası olmayacağız” diyerek açık ve cesur bir duruş sergiledi.
Komisyona katılmadı, üye vermedi. Üstelik bu suskun bir geri çekilme değil; aktif bir muhalefet stratejisiyle desteklendi. 3 Ağustos Pazar günü Bursa’da düzenlenecek “Birinci Vazifen” mitingiyle sahada olduğunu açıkça ilan etti. Mitingin adı bile bir manifesto niteliğinde: “Bu milletin birinci vazifesi, bölünmezliğini korumaktır.” Ve bu vazife, Saray’da değil, halkın iradesinde karşılık bulur.
İYİ Parti’nin bu tutumu klasik bir “milliyetçi refleks” değil; iktidarın sahte diyalog diliyle maskelenmiş yeni bir çözüm süreci hamlesine karşı akılcı bir karşı duruştur. Çünkü barış, demokratik meşruiyeti olan bir sürecin sonucudur. AKP’nin seçimden seçime piyasaya sürdüğü bir vaat değildir.
Son Söz: Her Barış Masası Barış Getirmez
CHP bugün yanlış bir masada, yanlış bir zamanlamayla, yanlış bir pozisyonda oturuyor. Oysa muhalefetin görevi, halk adına gerçek çözümler üretmek; iktidarın kurduğu sahte zeminlerde varlık göstermek değildir. Unutulmasın: Her barış masası barış getirmez. Bazı masalar, savaşın yeni biçimidir.
Ve CHP bu oyunu bozacaksa, o masadan kalkmalı ve kendi yolunu kendi çizmelidir.